Paylaş
Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız, davet ettiği bir grup gazeteci ve köşe yazarına burada gerçekleştirilecek dönüşümü nasıl yapacaklarını anlatıyor. 100 yıldan fazladır faaliyet gösteren İstanbul’un ‘günah semti’, Red Light’ı, gri metal kapısını bir daha açılmamak üzere kapatıyor.
Galataport’un açılmasıyla birlikte bölgenin cazibesinin arttığı bir gerçek.
Üç sokakta toplam 42 ev var ve bunların 37’si Matild Manukyan’ın varislerine ait. Evlerin hemen hepsi yıkık dökük. İçlerinde iki tescilli yapı, iki sinagog ve bir kilise var.
Başkan Yıldız, talebin Manukyan’ın varislerinden geldiğini, belediye olarak kendilerinin de bir plan hazırlayarak aynı zamanda bir zihniyet ve fonksiyon dönüşümü başlatacaklarını söylüyor.
Tescilli olanlar dışındaki teknik raporlar doğrultusunda çürük olan binalar yıkılarak yerine yenileri yapılacak. Bölgenin dönüşümü içinse üniversiteler, sivil toplum örgütleri, fikir insanları ve bölgeyle ilgili hak sahiplerinden oluşan bir kurul oluşturulacak.
TALANIN NEDENİ PANDEMİ
Bilinen bir diğer adı olan ‘Yüksek Kaldırım’daki genelevler, pandemi nedeniyle alınan sağlık tedbirleri kapsamında kurul kararıyla iki yıl önce kapatılmış. Her şey normale dönünce nasılsa tekrar açılır düşüncesiyle belli ki kimse kişisel eşyasını almamış. İşletmeciler tuttukları belgelerini, kayıtlarını olduğu gibi bırakıp çıkmış. Döndüklerinde yerinde bulmak için. Belli ki sokağın girişindeki o gri demir kapının asma kilitleri birilerini durduramamış. Pandemi süreci de uzayınca ne kapı kalmış binalarda ne pencere.
Çalışanların odalarına astıkları fotoğraflardan kuralların yazıldığı tabelalara, kayıt defterlerinden çalışanların bilgilerinin olduğu evraka, her şey kırılıp dökülmüş, yırtılmış.
Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız’la Zürafa Sokak selfie’si
ANILAR SAÇILMIŞ HER YERE
Tanju Okan’ın ‘Kadınım’ şarkısında dediği gibi, ‘Anılar saçılmış odaya her yere’.
Sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin kolektif hafızasının arka odası Karaköy. Yerlere saçılmış, kırılıp dökülmüş her objenin o hafızada yeri var. Yıkılıp yerlerine yapılacak yeni binalar, alışveriş merkezleri, kafeler, hediyelik eşya satan dükkanları ve bir iki sanat mekânıyla bu hafıza yok edilmemeli.
Belediye Başkanı Yıldız, acısıyla tatlısıyla, hayatın doğal akışında yaşananların bu mekânın hafızasında yer aldığını söylüyor. İşte tam da bu nedenle oradan alınıp korunacak belge ve eşyanın yer alacağı bir hafıza müzesine ihtiyaç var. İyi durumda olan eşyanın ve objenin belediye tarafından koruma altına alındığı bilgisini veriyor başkan. Ama orada gördüklerimiz, bunun yeterli olmadığı...
Acımayla arzu, tiksintiyle şehvet arasında gidip gelen bu 100 yıllık duygu şatosunu unutturmak üzerine kurulmamalı yeni ‘kültür ve ticaret’ merkezi.
14 NUMARA VE TERLİKLERİN SIRRI
KÜLTÜR tarihimizde de önemli bir yeri var Yüksek Kaldırım’ın. Gezi sırasında benim aklıma ilk gelen, Sinan Çetin’in 1985 yılında çektiği ‘14 Numara’ filmi oldu. İrfan Yalçın’ın ‘Genelevde Yas’ romanından uyarlanan filmde Serpil Çakmaklı, Hakan Balamir ve Bülent Bilgiç başrolleri paylaşıyor. Barış Manço’nun müziklerini yaptığı film Zürafa Sokak, 14 numarada geçiyordu. Romanda ‘sıradan insanların sıra dışı acılarının mekânı, çaresizlik kuyusu’ olarak nitelenen genelevdeki hayatı tüm gerçekliği ile beyazperdeye taşıyor film.
Önceki gün harabeye dönmüş Zürafa Sokak’ta gezerken dikkatimi çeken ayrıntılardan birisi de çok sayıda kadın ayakkabısı ve terliğin etrafa saçılmış olmasıydı. Filmin bir karesinde buldum bunun nedenini. Orada çalışmaya başlayan genç kadına verilen ilk eşya bir gecelik ve terlikti. O ayakkabılar ve terlikler onların bir anlamda çalışırken kullandıkları iş kıyafetleriydi.
ÇAĞDAŞ SANAT MÜZESİ
YÜKSEK Kaldırım’ın kapısında “Fotoğraf çekmek ve görüntü almak kesinlikle yasaktır” yazar. Yaptığı işlerle pek çok tabuyu sorgulayan performans sanatçısı Şükran Moral bu yasağı da delmiş ve ‘Bordello’ adını verdiği video performansını 1997 yılında burada gerçekleştirmişti.
Genelev çalışanlarıyla birlikte yaptığı bu performansta eline ‘for sale-satılık’ yazan bir kâğıt almış ve genelevin kapısına da ‘Çağdaş Sanat Müzesi’ yazmıştı. Sanat tarihinde hep bir estetik obje olarak kullanılan kadın bedenini satılık bir sanat eseri, vitrinde kendisini seyreden, gelip pazarlık yapan erkekleri de sanat izleyicisi ve alıcısı olarak konumlamıştı. Şöyle anlatmıştı çalışmasını Moral: “Müzeyle genelev arasında yer değiştirme. Sanatçının da satılık olması, sanat çevresine de kara mizahla sömürünün altını çizme çabasıdır. Sanat eserinin evlerinde kadınlarından bakire olmasını isteyen, genelevde kadını obje olarak görüp kullanan bir erkek egemen sistemin teşhiri, sanatçının tabulara müdahalesi diyebilirim.”
Paylaş