Paylaş
Bu soruya yanıt ararken, başkentle ilgili esaslı bir meseleyi gözardı edemeyiz: Ankara siyasetle değil de, sosyal yaşamı ve kültürel canlılığı ile cezbedici olmadığı müddetçe, her çaba yarım ve eksik, hatta atıl kalmaya mahkumdur. Samimiyetle cevap verin; Ankara’nın herhangi ciddi bir kültür etkinliğinde -mesela resim, müzik, sinema ya da sergi- uluslararası dolaşıma girdiğini hatırlıyor musunuz? Soruyu daha da basite indirgersek; bir uluslararası şöhretin Ankara’ya gelip konser verdiğini ve bu konser için başkente yurt içinden/dışından akın akın insan geldiğini hiç gördünüz mü?
“Neden bahsediyorsun” gibi soran gözlerle okuduğunuzun farkındayım. Ama daha geçenlerde Metallica veya Eric Clapton konserleri var diye İstanbul’a koşturmadık mı? Madonna ve Michael Jackson turne programına Türkiye’yi aldığında, yalnızca yurdun dört bir yanından değil, aynı zamanda yurtdışından pek çok insan sırf bu konser için İstanbul’a gelmemiş miydi?
Dünyanın önemli başkentlerinin tam tersine Ankara şu anda uluslararası sosyal/kültürel dolaşımın bir parçası da, cazibe merkezi de değil. Dünya çapındaki starlar için Fransa deyince başkent Paris, İngiltere deyince Londra demek; ama Türkiye eşittir Ankara olamadı. Bu onların değil, bizim kusurumuz. Biz hala festival adıyla sunulan panayırlardan kurtulamadık. Resim sergisi diye eş-dost eserlerini bir araya toplayıp, “kendimiz pişirip, kendimiz yedik.” Heykellerin başına gelenler zaten kara mizah konusu. Toplu nikah ve toplu sünnet törenleri arasına şarkıcı-türkücü çıkartıp playback olarak bedava dinletmek festival sayılıyorsa, söyleyecek bir şey yok. Kültür mekanları derseniz, işte en güzel örnek Atatürk Kültür Merkezi; yıllardır Karadeniz ve İç Anadolu bölgesi kentlerinin tanıtım sahnesi ve “yerel ürünler satış merkezi” olarak kullanılıyor. CSO için yeni salon bir hayal olarak kaldı. Örnekler pek çok da, köşenin yeri sınırlı...
Bir kent 24 saat yaşamıyorsa, ciddi bir kültür etkinliğine evsahipliği yapacak mekanlara sahip değilse, hepsini bırakın bir kenara, sosyal hayatı akşam saat 10 bile olmadan sıfırlanıyorsa, böyle bir yer Londra, Berlin, Paris ve diğerleri ile aynı ligde yeralabilir mi? Ne yazık ki Ankara’yı bir başkent olarak marka yapma potansiyeline sahip varolan güzellikler (Film Festivali, Müzik Festivali) aradan geçen onca yıla rağmen başta anakent olmak üzere, etkili ve yetkililerin ısrarla görmezden geldiği, sahip çıkmadığı olaylardır.
Çankaya Belediyesi’nin Karanfil Sokak’tan başlattığı altyapı yenileme ve mekan düzenleme çalışmaları elbette güzel bir adım, buna benzer başka katılımcı ve yaratıcı projeler de süratle hayata geçirilmeli. Örneğin bu kapsamda düşünülen Sanat Duvarı projesi çok iyi bir fikir ve umarım Büyükşehir’den beklenen onay da biran önce gelir.
Ankara’nın acil ihtiyacı sosyalleşmeyi teşvik edici tedbirlerdir. Büyük çaplı konser ve sanat etkinlikleri için Çağdaş Sanatlar Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi gibi mekanlar yeniden düzenlenip, ele alınabilir. Herşeyden önce metro ve toplu taşım araçları çalışma süresi uzatılmalı ki Ankaralılar eve kapanmaya mahkum olmadığını hissetsin. Karanfil, Yüksel ve Sakarya Caddesi gibi bölgelerdeki mekanların daha geç saatlerde kapanması sağlanabilir. Bu ve benzeri uygulamalar insanları evinden çıkaracak, kent sosyal dopingle canlanacak, bütün bunlar ekonomik bakımdan domino etkisiyle, zincirleme yarar sağlayacaktır.
Ankara’yı gerçekten her anlamda bir çağdaş başkent haline getirme ufku ve vizyonu öne çıkmazsa, korkarım her iyiniyetli çaba o yöneticinin görev süresiyle sınırlı kalmaktan kurtulamayacak. Bugüne dek olduğu gibi. Geriye ise sadece içinde bir horoz dövüşü eksik olan panayırlar ve popülizm katılıp siyasi ranta dönüştürülmüş sözde kültür-sanat etkinlikleri kalacak.
Haftanın Tek ve En İddialısı
Alacakaranlık efsanesi: Tutulma
ÇOK satan bir roman dizisi olan “Alacakaranlık” tıpkı Harry Potter gibi kitabının yanı sıra sinema filmiyle de para basmaya devam ediyor. Bu hafta Alacakaranlık serisinin üçüncü filmi “Tutulma” vizyonda. Hem de öyle böyle değil, rakipsiz ve tek başına; tüm sinema salonlarında egemenliğini ilan edecek boyutta.
Ancak söylemeden duramayacağım: Vampire aşık olan genç kızın aynı zamanda Kurt Adam tarafından arzulanması hikayesini koyun bir tarafa; isteyen beğenir. Ama bu filmin Aşk-ı Memnu misali sakız gibi uzatılan konusundan ve herhangi bir Brezilya dizisinden hallice oyunculuklarından nasıl rahatsız olunmaz? İki karakterin birbiriyle diyalogunu yakın çekimle ve her kelimenin neredeyse kerpetenle alındığı bir atmosferde izlemek, “beni seviyor musun/evet seviyorum” sekansının beş dakika sürdüğünü görmek, olsa olsa “kötü sinema deneyimi” başlığında anılabilir. Sevenleri kusura bakmasın, ama bir vasatlık ve tatsız-tutsuzluk abidesi nasıl oluyor da dünya çapında fenomene dönüşüyor? Biri bana anlatsın, gerçekten.
Paylaş