TAM atmış yıl önce bugün ‘Kızıl Ordu’, can havliyle dişe diş direnmekte olan Alman kuvvetlerini püskürttü ve güney Polonya’daki Auschwitz - Birkenau kampına girdi.
Yani, tarihte en büyük ‘insanlık suçu’nun işlenmiş olduğu en büyük mekána!
Milyonlarca Yahudi ve ‘aşağı ırk’ mensubunun katledildiği ‘ölüm fabrikası’na!
* * *
BEN burada,‘soykırım’ın veya artık lûgatte yerleşiklik kazanan diğer adlarıyla ‘holocaust’ ya da ‘Şoah’ıngaz odaları ve krematoryum fırınları konusuna değinmeyeceğim.
Her ne kadar, saldırganlığına alet etmek için İsrail’in devlet politikasına dönüştürdüğü ‘duygu sömürüsü’nü reddetsem bile, şüphe yok ki ‘Şoah’ tarihte ‘t-e-k’tir! Yegánedir!
Asla, başka hiçbir kıyam ve katiliamla karşılaştırılamaz.
Bizim bazı ‘anti semit’ alçakların da tongasına bastığı inkárcı teorilerle suçu temize çıkartmaya yahut ‘hafifletmeye’ (!) çalışmak ise cürme iştirák ona onaydır. Nokta.
Dolayısıyla, konu evrensel ve metafizik bir boyut taşıdığından, dehşetin atmışıncı yıldönümünde ben, ‘Auschwitz’e götüren felsefi köken nedir’ sorusunu soracağım.
İlk paragrafı ‘ırk’ ve ‘fabrika’ kelimeleriyle bitirdiğim için de oradan başlayacağım.
Yani, her iki sözcük de ‘modernite’ yansıttığından, ‘sorumlu’ o modernite midir?
* * *
BUNA kesin cevap verilemez, çünkü yanıt hem ‘evet’i, hem de ‘hayır’ı da içeriyor.
Evet, zira ûmmi bir ‘yarı münevver’ olan Adolf Hitler’in daha ‘Kavgam’ kitabında dile getirdiği ‘üstün ırk’ (!) hezeyanları, ‘evrim teorisi’ni izleyen dönemde Gobineau ve Taine tarafından ana çerçevesi çizilen ‘sosyal Darwincilik’ kuramlarıyla kısmen çakışıyor.
‘Aşağı’ (!) insanların da tıpkı bitki ve hayvanlar gibi ‘doğal seçim’le tasfiye olacağı; en azından onlara hükmedileceği ‘sav’ı (!) geniş yelpazeli ‘modernite’den soyutlanamaz.
Üstelik, ‘fabrikasyon katliam’, yani yine aynı ‘modernite’ye sosyal ve iktisadi temel oluşturan ‘sanayi toplumu’ metodu, soruya ikinci bir ‘evet’ ihtimalinigetiriyor.
* * *
FAKAT aynı zamanda bin ‘hayır’ çünkü ‘aydınlama’nın; dolayısıyla ‘modernite’nin kökeni ve seyri teorik açıdan tamamen ‘hümanizma’ya oturur. İnsan sevgisiyle ışıldar.
Zaten ilk pratiğe bakıldığı andan itibaren de, ‘soykırım’ vaazını falan ne kelime, Batı’daki Musevi özgürleşmesini dahi o ‘eşitlikçi hümanizma’nın sağladığını saptamak gerekir.
Çok daha önemlisi, hem yine ‘Kavgam’, hem de sonraki hitabeti incelenirse, ‘insani dejenerans yol açtığı’ gerekçesiyle Hitler’in sanayi toplumundan nefret ettiği göz çıkartır.
Belki Frederich Nietzsche’nin pastoral belagátinden de etkilenen Avusturyalı onbaşı, ‘Cermenlerin toprağa dönüşü’nü hedefleyen su katılmamış bir ‘modernite düşmanı’dır.
Dolayısıyla, ‘insancıl Yahudi’ diye aşağıladığı İsa’ya karşı Töton paganizmini baş tacı eden ve aynı doğrultudaki Richard Wagner müziğine tapınan ‘Führer’ esas itibariyle, ‘anti modernite’ manifestoyu en zirveye ulaştırmış ‘Alman romantizmi’nin ürünüdür.
Nitekim, teoriyi daha bir eli yüzü düzgün biçimde sunan Rosenberg’in ‘20. Yüzyıl Efsanesi’ risalesi ve ‘rejim entelektüeli’ (!) Göbbels’in makaleleri, Heinrich Heine’nin tá 19. yüzyıl başında tehlikesini vurguladığı o ‘Alman romantizmi’ kokar.
* * *
O halde şunu saptayalım: Bugün bütün insanlık olarak altmışıncı yıldönümünü idrak ettiğimiz korkunç soykırım suçu, uyduruk postmodern ‘teorisyenler’in ve Batı düşüncesine kompleksli ‘yerliler’imizin iddia ettiğinin aksine, asla ‘pozitivist modernite’ye yüklenemez.
‘Suç’ sonsuz çetrefildir ki, özü de bizzat ‘i-n-s-a-n’ın sonsuz çetrefilliğinde yatar.
Ve, ‘insanlık suçu’ bir ‘Şoah’ıbugünhatırlamamız, ‘iyi’de olduğu gibi ‘kötü’de de her şeye kadir o müthiş zor ve o müthiş grift ‘insan’ı bir nebzecik daha anlamamıza yarar.