"Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır ve kızamık çıkartan insanlığa tekabül eder". Albert Einstein.
EĞER milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki çok ince fakat çok hayati çizgiyi daima ve daima vurguluyorsam, bunu bir entelektüel ukalálık olsun diye yapmıyorum.
Láf olsun torba dolsun kábilinden semantik malûmatfuruşluk taslamak harcım değil.
Ancak, sonsuz yurtsever ama sıfır milliyetçi birisi olarak yukarıdaki farklılığın mutlaka ortaya konulması gerektiğine inanıyorum. Enine boyuna açıklamak zorundayız.
Hele hele, "hıyanet-i vataniye" türü rezil ve hayasız iftiraların ağızda sakız edildiği Türkiye gibi bir ülkede bu farkı gün ışına çıkartmak kesin bir "vatani görev" (!) oluşturuyor.
* * *
YUKARIDAKİ hayati çizgi şu "Çin Seddi"nde berráklık kazanıyor:
Binbir varyantı olsa da, her milliyetçilik "öteki"ne husûmet dürtüsü üzerinde yükselir.
Veya en azından, kendisini o "öteki"nden radikal ayrışımla tanımlamak ihtiyacını duyar.
Söz konusu husûmet ve ayrışım ise bazen bilinçli biçimde; bazen de çevredeki ideolojik tahakkümün yarattığı bilinçaltı eksende oluşur.
Marş notası, bayrak fetişizmi, hamaset efsanesi, slogan kutsalı falan hiç farkında olmadan edinilir ki, zaten böyle bir şartlandırma da tüm ideolojilerin misyonu içinde yer alır.
Ama her iki durumda da sonuç değişmez ve "öz" nihayetine aynı kapıya çıkar.
* * *
AYNI kapıya çıkar, zira Batı modernitesinin yarattığı bir 19. yüzyıl ideolojisi olan ve "ulus - devlet" harcını yoğuran milliyetçilik ancak o "öteki"nin varlığı sayesinde oluşabilir.
Bir bakıma da normaldir ve ilk aşama açısından fazla yadırgatıcı değildir.
Çünkü, "ulus" denilen soyut kavramın sosyal pratikte somutlaşabilmesi için mutlaka bir "kendini tanımlama" ihtiyacı doğar.
Bu da herhangi bir "ötekine oranla" mümkündür.
Başka bir deyişle, "öteki" ben olmamalıdır ki, ben "ben" olabileyim.
Yine başka bir deyişle, "beyaz"ıncismanileştirilmesi "siyah"ın ayırdını zorunlu kılar.
Dolayısıyla da, söz konusu "öteki" soyutlanmış bir milliyetçiliğin yoktur ve olamaz.
* * *
DİĞER taraftan, "öteki" olmadığı takdirde artık "sebeb-i hikmeti" kalmayacağından, milliyetçilik onu icát etmek; gerektiğinde de yoktan ver etmek zorundadır.
Bu yüzden de o "öteki" korkusunu ayakta tutar. En azından, "endişe"sini biler.
Zira, ideolojik sürekliliğini ancak ve ancak böyle bir yöntemle koruyabilir.
Dolayısıyla da, illá "saldırgandır" dememek için terimi kasten yumuşatıyorum, bütün milliyetçilikler mutlaka "aktif"; daha doğrusu "aktivist"tirler.
Çok genel tanımıyla "faaliyetçilik", milliyetçiliğin tabiatındaki diğer ana unsurdur.
Kendisini herhangi "öteki"nin yerine koyarak "empati"yle düşünen ve halim selim deyimle "kendi halinde" denilebilecek bir milliyetçilik yoktur ve olamaz.
Olduğu andan itibaren ise ona artık milliyetçilik değil "yurtseverlik" denir.
* * *
EVET öyle denir ve Einstein’in saptamasını da zaten bunun için en başa koydum.
Çünkü gerçekten de milliyetçilik insanlığın bir "çocukluk hastalığı"dır.
"Yurtseverlik" ise o insanlığın artık kızamıktan bağışıklık kazanmış olduğu olgunluk çağıdır ki, nedenleri konusunu yarın işleyeceğim.