Kar sonrası

İŞTE 21 Eylül dönencesi virajını kırdık ve üç hafta önce takvim yaprağını hoyratça yırttığı yetmiyormuş gibi, artık sonbahar mahkûmiyetinin meteorolojik prangasını da taktık.

O halde ben de kardan söz edeceğim.

Evet evet, genelde kışın yağan şu yoğunlaşmış su buharından söz edeceğim.

*

BİLİYORUM, bunu işitir işitmez aşağı yukarı hemen şöyle diyeceksiniz:

‘Alarga dur be adam, bu aculluk da nereden çıktı. Kışa kıyamete daha çook var.

Kör müsün ki, sezon ucuzluğundan istifade, Avrupa’nın bilûmum küçük burjuva turistleri dolmuş uçaklara tıkışıp hálá güney sahillerimize akıyor.

Üstelik, pastırma yazını saymasak dahi önümüzü hazan mevsimi belirleyecek.

Ama sen illá
‘gaip zaman peşinde’ koşmakta direnip, akmakta olan saliselerden dem vurmak istiyorsan, o halde bari güzden bahset.

Yahya Kemal’in ‘Kanlıca’nın ihtiyarları / Bir bir hatırlıyor geçen sonbaharları’ yahut Paul Verlaine’in ‘Sonbahar kemanının uzun hıçkırıkları / Yaralar kalbimi hep yeknesak ayrılıkları’ dizelerinden falan yola çık da, ‘yaprak dökümü’ne dair birkaç satır karala...’

*

HAYIR, inadım inat, yapmayacağım!

Sonbahardan alelacele kurtulmak istediğimden, kestirmeden kışa atlayacağım.

Ama kabul, zemheri mevsim geldiği vakit de güneşli bir ilkbahar yazısı yazarım.

Böylelikle, zamanı kasti ve iradi biçimde hızlandırarak, parantezleri atlamış oluruz.

Fakat mutlaka ‘şairane’ (!) bir şeyler istiyorsanız, o halde, okulun basket ve voleybol maçlarında karşı takıma yönelik olarak söylediğimiz Sulukule şarkısının, ‘Alçaklara kar yağıyor, üşümedin mi / Tombalacık Halime’m sen bu işin sonunu düşünmedin mi’ güftesi yeter de artar bile ki, işte zaten de içinde ‘kar’ kelimesi geçiyor.

*

TÜM çocuklar gibi ben de karı çok severdim. Şimdi nefret ediyorum ama, nedenini boş verin.

Yukarıdaki sevgimi belki, yabancı takvimlerde rötuşlanmış fotoğraflarıyla görülen Alp peyzajları veya ecnebi memleketlerden gelen tek tük yılbaşı tebrikleri belirlemiş olabilir.

Bilmiyorum. Kendimi Freud divanına yatırarak da oto-psikanaliz yapacak değilim.

Ancak, işte eninde sonunda İstanbulluyum ve malûm, şehrimizin coğrafi enleminden dolayı, öyle diz boyu kar içinde haftalarca ve aylarca kaldığımızı hiç bilmiyorum.

Kardeşimin doğduğu yıl yağışın gerçekten çok kesif olduğunu ve annemi ve bebeği Alman Hastanesi’nden almaya gittiğimizde dayımın otomobilinin İtalyan Yokuşu’nu çıkamadığını hayal meyal hatırlıyorum ama, sonraki yıllarda işte şöyle bir sulu sepken atıştırır ve çok nadir istisnalar hariç, hava kısa sürede lodosa döndüğünden, öyle uzun boylu tutmazdı.

Oysa, kardeşim de artık biraz büyüdükten sonra biz o karın tutmasını ne denli arzulardık.

Biraz yağmaya başladı mıydı pencerenin önüne dikilir ve yayalar incecik beyazlıkların üzerine basıp kaldırım gri çirkinliğini tekrar ortaya çıkartınca, hiddetten kudururduk.

Anneannem ise, ‘Evládım, eğer hakikaten tipi bora olmuş olsaydı, merak etmeyin, üzerinde tabur yürüse bile karış karış yükselir’ diye bizi teselli etmeye çalışırdı.

Ardından da, ‘Aah, nerede o eski karpuzlar’ misali, ‘Şimdiki kışlar kış mı, Meşrutiyet’ten evvel kurtlar Sahra-ı Cedid’e kadar inmişti’ diye eklerdi.

İnanırdım ve o vakitleri özlerdim.

*

ŞİMDİ tabii anneanneciğin sözlerini bayağı bayağı ihtiyat ve izafiyetle karşılıyorum.

Çünkü, eh Kandilli Rasathanesi’nin istatistikleri ortada, uzun vadeye yaydığımız takdirde ne şehrimizin, ne bölgemizin, ne de ülkemizin iklimi değişti.

İstisnalar kaideyi bozmaz, kazaen Karadeniz’den buz indi diye İstanbul Boğazı kutbun Bering Boğazı’yla aşık atmamıştı. Yuşa Tepesi’nin kar kalınlığı da Everest’le yarışmamıştı.

Şükür, ılıman havzalarda yaşıyoruz ve böylesine kış kıyametler bize hep uzak duruyor.

Dolayısıyla, aynı meteorolojik gerçekleri aynı geniş zaman süreci içine yaydığımızda, ben, bugün çevrecilerin feryat figan ortaya attığı, ‘Dünyamız ısınıyor ve bunun sorumlusu da doğayı mahv-ı perişan eden insanoğludur’ teorilerine yine çok mesafeli duruyorum.

Kabul, kısmi doğruluk payı olduğunu asla inkár etmiyorum ama, bilgiç lûgatte ‘klimatoloji’ denilen ‘iklimbilim’ hálá emekleme çağını yaşıyor.

Üstelik, Amazon ormanlarındaki bir şebek maymunun, af buyurun, ağacın tepesinden büyük abdestini rahat rahat koyvermesi, inanılmaz kaotik bir süreçte, belki on yıl sonra Kilyos taraflarına yağacak sulu karın oranını belirlediğinden, ‘ekolojist sofular’ın muazzam bir kehanet ve müthiş bir kesinlikle yumurtladığı ‘öngörüler’ (!) beni hiç mi hiç ikna edemiyor.

Tüh, bunları söyledim diye yine ‘modernite esiri adam’ damgası yiyeceğim, geçelim...

*

GEÇELİM ama işte yazının sonu gelmektedir ve bendeniz ne fi tarihi Adamo’sunun kırk beş devirli plakta söylediği ‘Her yerde kar var’ nostaljiyalarına değindim, ne de Schubert’in ‘Kış Yolculuğu’ liedini piyano eşliğinde terennüm etmeye kalkışıp, yukarı Ren mıntıkalarındaki kar romantikalarından dem vurdum.

Zaten de niyetim yoktu!

Ben kim, nostaljiya kim; ben kim, romantika kim; hele hele, ben kim, kış ve kar kim?

Yoksa, hazan mevsimini es geçiyorum diye zemheri mevsimi sevdiğimi mi sanmıştınız?

Ne münasebet!

Kasten böyle katı bir ‘kar yazısı’ yazarak, güzü de, kışı da şimdiden savmış oldum.

Sonra, altı ay nedir ki, yeniden ‘bahçelere geldi bahar’ şarkısına kavuşacağız.

Ve, hayat ve zaman nasılsa doğal ritminde aktığına göre, bari kötü parantezleri çabucak açıp, kapatıvereyim ki, mecrayı döndürdüğüm hayaliyle kendimi kandırayım.
Yazarın Tüm Yazıları