KUZİNİM öldü. Ferda'cık kırk altı yaşında uçuverdi.
Önce güzel güzel İzmir'den İstanbul'a sefer yapan gemiye bin; sonra kamarada şekerleme istirahatine çekil; ve ardından da işte o sekte-i kalp denen herze, bir başına ve yalnız, lomboz deliğinden ‘‘dönülmez ufka’’ kaç...
Hani Büyük Yahya Kemal diğer şiirinde ‘‘Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan / Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol’’ der ya, işte aynen öyle.
Şu farkla ki, geminin yolcusu vardı ve o yolcu Ferda'cıktı...
*
OYSA olacak iş mi? Tahayyül edilebir mi? Bu aculluk açıklanabilir mi?
Eni konu orta yaş sayılır, daha elliye bile hayli vakit varken, o melun gemiye böylesine tam yol istim verilir mi?
Dur be cancağızım, bebek bezin değiştirilirken kakanın nasıl koktuğunu hatırlıyorum.
Dur be cancağızım, gizli gizli içtiğin cigaranın dumanını kokluyorum.
Ve kardeşim telefonda haberi verdi ki, cenaze ilanı filan, ahizeyi çarçabuk kapattım.
Çarçabuk da içkilere gittim.
*
BAŞKA nereye gidecek mişim ki?
Rabb'a el açarak mağfiret dileyenleri Allah kabul eylesin, fakat hatim duası falan benim işim değil... Riyakarlık yaparak ikinci bir defa günaha girmem.
Dolayısıyla, ben bardan içeri girdim.
Her zamanki gibi, bir şey istemeden kadehim önüme geldiğinde, tek bir nefeste gitti...
İkincisi geldi. O da gitti.
Barmen arkadaşımdır ve Ermeni’dir, ‘‘ahparik, attır bir tane daha’’ dedim.
‘‘Siga siga git oğlum... Bugün senin neyin var’’ karşılığıyla geçiştirmeye çalıştı.
‘‘Başlatma Arşak Palabıyıkyan'ın bıyığından, attır dedik’’ diye tersledim ve bu defa, yeni gelen sıvıyı sindire sindire içtim.
Ferda'cığı düşündüm ve tabii ölüme dair düşündüm.
*
SLAV kökenlideğilim ve mezar başında votka şişesi dikmek kültürüne yabancıyım ama, yine de ölümlerde mutlaka alkollere kaçarım. Çaresi yok, onların buğusuna kaçarım.
Yani, her zamankinden daha fazla kaçarım.
Babamı Karacaahmet'teki çukura indirdik ki, kardeşim ve ben doğru meyhaneye...
Agop Usta'nın ayin-i ruhanisinden çıktık ki, takım taklavat yine meyhaneye...
Cem'i tahta kutunun içine koyduk ki, cemaat-i günahkar bar tezgahının başına...
BAŞKALARININ ölümünde kendi ölümlerini düşünmediklerini ve görmediklerini söyleyenler, yalan söylerler. Kuyruklu yalan söylerler.
İstedikleri kadar öyle olmadığına ilişkin yemin etsinler, yine de yalan söylerler.
Gidenin çok sevdiğimiz bir insan olması ve onun acısını karnımızda hissetmemiz, söz konusu gerçeği değiştirmez.
Çünkü bilinçaltımızda, bir Mahler senfonisinin uvertür notalarındaki gibi, genel metafizik soruların yanısıra esas olarak kendi metafiziğimize, yani kendi varoluşumuza ve kendi yokoluşumuza dair sorgulama vardır.
Ölen bizim ölümüze de ayna tuttuğundan, o aynaya bakmamak içgüdüsüyle hareket ederiz.
Bazıları, benim gibi alkol sisleri arkasına saklanmaya çalışır.
Bazıları da başka seylerin...
Ama şu kesin ki, başkasının ölümünde bizim ölümümüzün fikri de oradadır ve nereye saklanmaya çalışırsak çalışalım, bu fikirden kaçış mümkün.
*
SONRA, başkalarının ölümünde diğer bir şey daha vardır ki, o da sevinçtir.
Evet, evet, adını hiç utanmadan ve hiç korkmadan telaffuz edelim, sevinç!
Hayır, ‘‘dönülmez ufka’’ gidene tabii ki sevinmeyiz.
Fakat, kendimizin gitmediğine seviniriz.
Acımız, kederimiz, hüznümüz ne denli derin ve ne denli onulmaz olursa olsun, yine de aynı bilinçaltımızda ve aynı içgüdümüzde, Victor Klemperer'in ‘‘işte ben hala burada kaldım’’ refleksiyle özetlediği korunma mekanizması harekete geçer.
Bu defa, başkasının ölümünde kendi ölümümüzü görmek dürtüsünün tam zıddında, tam tersinde, tam antitezinde, insanı insan yapan hayat ve yaşamakihtirası devreye girer.
‘‘Piyango bana vurmadı’’ ve ‘‘vartayı bu defa da atlattım’’ sevinci doğar.
Bir de belki, Büyük Yahya Kemal'in ‘‘Sessiz Gemi’’yi bitirdiği ‘‘Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden / Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden’’ dizelerindeki gibi, başka bir metafizik soruya olumlu cevap verebilmek ümidi doğar.
Ve, zahir Ferda'cık da yerinden memnun ki, işte İzmir - İstanbul feribotunun seferinden artık dönmüyor ve dönmeyecek.