OĞULLARIMIN annesi Fransızdı ve Brejnev döneminde, beş yıl boyunca bir Paris gazetesinin Moskova temsilciliğini yapmıştı. Tanışmamızdan önce de Türkiye’yi biliyordu.
Daha doğrusu, sadece Türkiye’nin doğusunu ve kuzey doğusunu biliyordu.
Çünkü, SSCB başkentinde meskûn yabancı muhabirler o dayanılmaz ‘kızıl atmosfer’in ağırlığından biraz kurtulabilmek için, uçan tabut pırpırların üç kapiklik biletine talim,hafta sonlarında veya ‘Ekim Devrimi’ gibi tatillerde derhal ‘tebdil-i hava’ya çıkmaktadırlar.
Rotayı ise ya Sovyet Baltık cumhuriyetleri, ya da Gürcistan sahilleri oluşturmaktadır.
Yukarı çıktılarsa, alelacele fetibota binip kapağı Finlandiya’ya atıyorlar.
Aşağı indilerse de hemen sınırı geçip, Trabzon’a, Kars’a, hatta Van’a dek uzanıyorlar.
Oğullarımın annesi, ‘bize dehşet lüks, kağıt peçetesi bile olan Türk lokantalarında hem tıka basa karın doyururduk; çok daha büyük lüks, naylon çoraptan daktilo şeridine, hem pazarlarda bilûmum öteberiyi düzerdik; hem de bilhassa,ışıltılı reklamlara ve kayıtsız insanlara bakarak ‘Batı’yı ve hürriyeti’ solurduk’ diye eklerdi.
Aynı doğrultuda bir olay daha hikaye edeyim, ‘sadede’ ondan sonra geleceğim.
*Ê*Ê*
‘LE Monde’ gazetesinin Türkiye temcilciliğini de yapmış olan merhum Jean Pierre Thieck yurdumuza yerleşmeden önce, doktora tezini 17. yüzyıl Osmanlı arşivlerine ilişkin olarak yazdığı için, üç veya dört sene Halep’te yaşamıştı.
Ve o da ballandırarak anlatırdı ki, görev icabı Suriye kentinde ikámet eden tek tük yabancılar en ufak fırsat yakaladıkları an, otobüs, taksi, minibüs, soluğu derhal Kilis, Antep, Antakya taraflarında almaktadırlar. Palamar Türkiye’ye atmak onlar için tek ‘medeniyet’tir.
Hatta Jean Pierre mükemmel Türkçesiyle, ‘sınırı geçtiğimiz an müthiş ferahlar ve kendimizi sanki Paris’e gelmiş gibi hissederdik. Oh, dünya varmış be’ diye eklerdi.
Ama bilhassa dikkatinizi çekerim, her iki hikaye de çeyrek asır öncesine uzanıyor.
Yani, o dönem Türkiye’si henüz ‘Chiquita’ muzun rayihasını bile koklamamıştır.
Fakat buna rağmen ülkemiz yine de bir ‘cazibe merkezi’ niteliğini taşımaktadır.
*Ê*Ê*
BUNU, pazar günkü ‘Hürriyet’te Diyarbakır izlenimlerini ‘Güneydoğu’dan Bar ve Revü Haberleri’ başlığıyla anlatan Enis Berberoğlu’nun harika yazısından dolayı hatırladım.
Berberoğlu önce, ‘Apo’nun doğum yeri Siverek’ten gelen bar açma haberi en az ‘çatışmada ölen terörist bülteni’ kadar önemli’ diyerek, mükemmel bir saptama yapıyordu.
Sonra, yörede ne denli mutlu bir ‘normalleşme’ yaşandığını ve ‘tedhişçilik ayırımcılık’ belásının artık şehirli bir sosyal tabana sahip bulunmadığını vurguluyordu.
Ardından da, yeni perspektifler için şu temel ve hayati önerileri getiriyordu:
Bir; Diyarbakır Üniversitesi’ne Irak, İran ve Suriye Kürtlerinden öğrenci çekmek.
İki; aynı kent havaalanını uluslararası sivil trafiğe açarak bölgenin hem bir Avrupa Asya kapısına dönüşmesini, hem de alış veriş merkezi niteliğiyle donamasını sağlamak.
‘Marka’ kimliğini ise surlar içindeki şöhretli aşçıyla bütünleştiren Enis Berberoğlu yazısını metaforik bir ‘(yöre) kaburgacı Selim Usta gibi tüm bölgeye satış potansiyeli taşıyan bir markaya sahipken, yabancı köfte merakına düşmez’ cümlesiyle noktalıyordu.
*Ê*Ê*
ZATEN hayati nokta bu ki, korkuların tam aksine, Kürt sorununda o ‘yabancı köfte merakı’ yerleşiklik kazanamaz. Kor kömür fayraplayıp ızgarayı eritmezsek, asla kazanamaz.
‘Amerikan hamburgeri’ni değil, ‘bağımsız Kürdistan kıyması’nı kastediyorum
Çünkü, Kürt yurttaşlarımızın da öz be öz vatanı olan Türkiye bugün, çeyrek yüzyıl öncesini aktardığım o ‘cazibe merkezi’nden de sonsuz defa daha çok ‘ca-zi-be-li-dir’!
Nedenlerini, Berberoğlu’nun akl-ı selim önerileri çerçevesinde yarın işleyeceğim.