YUKARIDAKİ soruyu geçen çarşamba sorduktan sonra üç ayrı yazıda aramaya çalıştığım ve bugün noktalayacağım cevap tasarılarını kısa bir sentez şeklinde özetleyeyim:
* * * BATI, mutlaka Avrupa’dır. Yeni Dünya’daki Batı ise ancak Yaşlı Kıta’nın uzantısıdır. Siyasi felsefi açıdan ise İrlanda Denizi’yle Ren Nehri arasında kalan kesimdir. Zaten Britanya Adaları’nı eklediğimiz takdirde de söz konusu coğrafya aşağı yukarı Karlman’ın Ortaçağ İmparatorluğu’na tekabül eder. Şimdiki AB’nin ilk sathı da burasıdır. Çünkü bu bölge rasyonel düşüncenin ve demokrasi kültürünün kurumlaştığı alandır. Nitekim hanidir ve hanidir “Batı” dediğimizde de anladığımız şey budur. Yani filozof Husserl’in ifadesiyle söylersek o Batı, Kadim Yunan’dan miras eleştirel mantıkçılığı ve demokratik uygulamacılığı özümsemek azmidir ki, haritayla sınırlanamaz. * * * İŞTE aynı Batı tarihin belirli bir döneminden itibaren maddi üstünlük kazandı. Böyle bir gelişme de o güne dek kendisini “merkez” addeden ve Batı olmayan diğer uygarlıkları krize sürükledi. Çin de, Osmanlı da, Japon da, Hint de ortak buhranlar yaşadılar. Dolayısıyla bunların her biri, artık fiilen “merkez”e dönüşmüş olan Avrupa’nın tahakkümü kırmak veya cazibesini budamak için çıkış yolları aradılar. Tamamen içine kapanmak refleksini bir kenara bırakırsak da tek gerçekçi metot olarak bizzat aynı Avrupa’yı örnek almak yahut onu taklit etmek yöntemi dayattı. Ancak “talepkar” ya da “kopyacı” taraf o Batı olmayan uygarlıklar olduğu içindir ki, buradan itibaren ve ister istemez, onlar açısından bir “eşitsizlik ilişkisi” devreye girdi. Ve bu eşitsizliğin yarattığı yeni kriz ve travmalar bir yana, söz konusu uygarlıkların çoğu Batı’nın biçim ve tekniği benimsemek tercihiyle yetindiler Fakat doyurucu bir sonuca varamadılar ki, zaten de işler buradan itibaren çatallaştı! * * * BURADAN itibaren çatallaştı, çünkü Batı’nın “üstünlüğü”ndeki şekil, tarz, teknik, vs., sebep-sonuç ilişkisinde yalnız ve yalnız birer sonuçtur! Zira tekrar Edmund Husserl’in tanımına dönersek Batı’nın “öz”ü tüm ruhi geri planı ve zihni birikimiyle birlikte eleştirel mantıkçılığa ve demokratik uygulamacılığa odaklıdır. Meselâ Amerika’nın teorik keşfini Kolomb kalyonlarının Barbaros kadırgalarına oranla denize daha dayanıklı olması mümkün kılmadı. Tanım Amerigo Vespucci’nin farklı bir kıtanın varlığını anlayacak kadar coğrafi merak ve bilgiye sahip olmasıyla kabul gördü. Ama aynı merak ve bilgiye uzak durdukları içindir ki yukarıdaki tarihten haniyse üç asır sonra, yine teorik olarak bilseler bile 3. Mustafa da, Mandalzade Hüsamettin Paşa da Baltık’taki Rus donanmasının Cebelitarık’tan geçip Çeşme’ye varabileceği ihtimalini ıskaladı. Dolayısıyla, Batı’yı “Batı” yapan “öz” ne şapkadır, ne mucitliktir, ne de şudur budur! * * * HAYIR hayır, insanlık tarihinin belirli bir döneminden beri o Batı’yı diğer uygarlıklar nezdinde üstün kılan şey yukarıdaki “biçim”ler ve “sonuç”lar değildir! Nitekim de Batı olmayan aynı uygarlıklar bunları pekala taklit edebilirler. Zaten ettiler Fakat “öz”ü ve “sebep”i, yani “Batı düşüncesi” denilen fikir sistematiğini hakkıyla kavramadıkları; artı, söz konusu sistematikle bütünleşen demokrasiyi de içselleştirmedikleri ölçüde, maddi zenginliğe kavuşanları dâhil hiçbiri manevi mesafeyi kapatamadı. Kapatamıyor Zira aynı “Batı düşüncesi”ni üstün kılan esas noktayı, eleştirelliğin ve şüpheciliğin bizzat aynı düşüncenin reddine dahi imkân tanıyan bir fikriyat ve yöntem sunması oluşturuyor Ve, tarihteki diğer hiçbir düşünce kendisine karşı böylesine sorgulayıcı davranmadı. Zaten sanıyorum ki “Batı nedir”in cevabı da bu sorunun ta kendisinde yatıyor!