Paylaş
Allah daha nice uzun yıllar ihsan eylesin, gazetelerdeki sayfa sayfa tefrikalardan öğrendim, ‘Baba’mız yetmiş beş yaşında olmuş. Eh, olur tabii ! Baksanıza, Demirel adını duyduğumda henüz kısa pantalon giyen ben bile artık tohuma kaçıyorum. Üç sene sonra yarım asrı devireceğim.
Zaten ‘Baba’ya ek olarak, işte ‘Eco’su ve ‘Hoca’sı, ecelin nefesini üflediği rahmetli ‘Başbuğ’ hariç benim yine o devirde tanışmış olduğum lider sıfatlı diğer belli başlı tüm politikacılar da hala yerlerinde duruyorlar.
Tıpkı otuz-otuz beş yıl önceki gibi Türkiye'nin kaderine hükmediyorlar.
O zaman radyodaydı şimdi televizyonda, aparatı açınca, doğa evrimi ister istemez yaşlanan bedenleriyle veya bu evrimi reddeden boyalı saçlarıyla karşımda beliriyorlar. Kısa pantalonla dinlediklerimi tekrarlıyorlar.
Belki diyeceksiniz ki, ‘ne dırdır ediyorsun be adam sevinsene, böylelikle sen de ebedi gençlik iksirinden içtiğin zehabına kapılır ve avunursun’.
Eh, bu da bir mantık... Ama benimkisi değil...
* * *
DEĞİL, zira nadir istisnalara raslanmakla birlikte yerlerine kazık çakmış siyasetçiler esas olarak totaliter ya da otoriter toplumlara özgüdür.
En azından, böylesine önderler, henüz çoğulculuk kültüründe ve demokrasi edebinde reşit çağı yakalayamamış insan gruplarına hükmederler.
Makamı ancak nalları diktikten sonra bırakan işte Lenin, işte Stalin, işte Kim İl Sung ve işte onlara heveslenerek Maoculuğu otuz yılda binde sıfır virgül sıfır iki oranına toslatmış bizim ‘karanlıkçı’ ajan - provokatör, komünist rejim ve kurumlar mutlak lider sultasında başı çekerler.
Hitler, Mussolini, Franco, aynı şey faşist yapılanmalarda da geçerlidir.
Oysa demokratik ülke ve partilerde bu uygulamalar tahayyül dahi edilemez.
Oralarda, biri fani, diğeri siyasi olmak üzere iki ayrı hayat vardır.
Siyasi hayat ilebet sürmez. Fani hayatın tabii seyrine paralel gider.
Sıradan insanlar nasıl emekli oluyorlarsa politikacılar da emekli olur.
Üstelik, yukarıdaki politik yaşamı en önce kişisel performans belirler.
Falanca başkan seçim mi kaybetti, delegeler onu ilk kongrede sepetlerler.
Filanca önder oy mu yitirdi, demokratik teamül gereği anında istifa eder.
Fişmekan lider mevcut başarısına rağmen yavaştan ihtiyarlamakta olduğunu mu hissetmektedir, affını rica eder ve hatıralarıyla torunları arasına döner.
Churchill gibi dev bir zafere imza atmamışsa veya Mitterrand gibi yoktan varettiği bir kurumu iktidara taşımamıssa, önderler sıradanlaşmasını bilirler.
Her halükarda da, demokratik ülkelerde, parkurları yalpalamalarla dolu ve sebep oldukları darbelerin sayısı unutulmuş politikacılar lider kalamazlar.
* * *
DEMOKRATİK ülkelerin diğer bir özelliği daha vardır ki bu hem yerelle genel arasındaki irtibatı pekiştirir, hem de siyasetçilere alternatif sunar.
Politikacılar kendi seçim bölgeleriyle çok yakın ilişki içindedirler ve eğer yasa izin veriyorsa bir yandan başkentteki merkezi görevlerini diğer yandan söz konusu bölgelerdeki mahalli yükümlülüklerini sürdürürler.
Yok eğer kanun engelliyorsa, parlamenterliğin, bakanlığın, başbakanlığın ertesinde çok doğal olarak tekrar yerel yönetimlerdeki makamlarına dönerler.
Bu asla ‘zul’ sayılmaz. Tersine, sivil toplumla organik bağı sürdürmek ve siyasi kadroları taze kanla yenilemek açısından demokrasinin kuralı addedilir.
Clinton Alabama valiliğinden Beyaz Saray'a yürür. Chirac başbakanlıktan Paris belediye başkınlığına ‘iner’ , sonra oradan cumhurbaşkanlığına ‘çıkar’.
Demokratik toplumlarda politikacılar zamanda kalıcı olmadıkları gibi mekanda da kalıcı değildirler. Devinimin ve dönüşümün bilfiil içindedirler.
‘Cumhurbaba’mızın yetmiş beşinci doğumgünü kutlu olsun...
Paylaş