Paylaş
Daha neler, bari oldu olacak taş devrinin balyozuna, baltasına, zıpkına dönelim!
Ben yukarıda silah derken Köroğlu’na mertlik bozdurtan delikli demirleri kastettim.
Evet evet, onları öylesine severim ki bu “aşk”tan ötürü konu hakkında uzmanlaşmış Amerikan ve Fransız dergilerine sittin senedir aboneyim. Postayı her ay iple çekiyorum.
Dolayısıyla da, meselâ patent hakkına hiçe sdayan Çinlilerin bir kronometre kadar tıkırında işleyen İsviçreli “Sig” tabancaları hoyratça kopya edip işporta fiyatına sattığını yahut, efsanevî İngiliz karabinası “Holland and Holland”la Afrika gergedanını tek darbede devirebilmek için kaç sinetiklik mermi gücü gerektiğini bilecek kadar işin “ehli”(!) sayılırım.
ÖTE yandan, aynı dergileri izlemek bana Türk hafif silah sanayinin de son yıllarda muazzam bir atılım yaptığını öğretti.
Ne mutlu, meğer artık dünyanın en ünlü markalarıyla at başı yarışıyormuşuz.
Firma reklamı yapacak değilim ama aynı dergilerde kalem oynatan ve bilumum piştov ve tüfenglerin kurdu addedilen o Amerikalı ve Fransız uzmanlar hiç durmadan “made in Turkey” alamet-i farikalı namlulara övgü yağdırıyorlar. Methiye üstüne methiye düzüyorlar.
Hatta bunlardan biri geçen gün, “böyle giderse Türk silahları Bohemya, Alpler ve Belçika ovalarındaki asırlık fabrikaların pabucunu dama atacak” diye yorum yapmıştı.
Zaten ben de sırf oradaki mağaza vitrinlerini yalamak için arada bir Tophane’den Karaköy’e kadar tabanvay tepiyorum.
“Yerli malı, yurdun malı”, o enfes otomatiklere, o pırıltılı revolverlere, o filinta karabinalara baktıkça ağzımın suyu akıyor.
Tamam da, işte hepsi o kadar!
O kadar, çünkü yukarıdaki silâh aşkım daima teoride kaldı. Asla pratiğe geçirmedim.
Allah siz inandırsın, işte atmış yaşıma merdiven dayadım ama tüm hayatım boyunca topu topu üç kurşun yakmışlığım vardır. Çifte saçmasıyla bile bir dördüncüsünü atmadım.
O üç mermiyi de kışlada ve çakaralmaz “M-1”le sözümona talim yaparken harcadım.
Oysa buna karşılık, inkâr edecek değilim, elimden epey silah geçti sayılır.
Örneğin, “cinnet yılları”mda “sol keskinlerin” (!) çok “alet”ini gizlediğim oldu.
Eh, dışı seni içi beni bakar, “iyi aile çocuğu” (!) görüntüsü veriyorum ve henüz bıyığım bile terlememiş ya, arama, tarama, baskın falan, millet “makine”sini bana saklatırdı.
Evet evet, bu dönemde tabancanın bizim lügatteki kod adı “makine” diye geçerdi.
Zaten de “Malatya’dan çıktı kızıl makine / Sürün atınızı girsin ekine” diye Alevi türküsünden aşırma bir marşımız var ki, bununla köylüleri isyana kışkırttığımıza inanırdık.
ARTI, aynı “cinnet yıllarım”ın zirveye vardığı ve Franco İspanya’sında da Burgos idamlarının gerçekleştiği dönemde, yağlı kağıda paketli üç otomatik tüfeği “enternasyonal dayanışma” adına ve otomobilimin zulasında, Pireneler ötesindeki “yoldaşlar”a taşımıştım.
Yürek Selanik, aynasızları atlatıp emanet malı San Sebastian’da salimen teslim ettim.
Fakat ne o paketleri açtım, ne de bizim “keskinler”in şarjörlerine parmak değdirdim.
Hatta yirmi sene önce vurulduğumda belki göz korkutur diye tedbiren aldığım “Smith Wesson” taklidi alarm tabancası bile başucumdaki komodinde dura dura paslandı.
Edindiğim günden beri, kuru sıkı mermilerden tek bir tanesi için dahi tetiği çekmedim.
Çünkü bir “obje” olarak sonsuz sevsem de ben silahtan yine sonsuz nefret ederim!
Dolayısıyla, inanılmaz bir fütursuzlukla şimdi onu serbestîleştirmeye yeltenen şu son laçkalık yasasına karşı da bundan böyle kesinkes mücadele edeceğim ki, yarına bırakıyorum.
Paylaş