Bu öyküyü geçen hafta kullanmak istemedim, çünkü muhtemelen "Yine mi hüzünlü bir yılbaşı öyküsü" diyecektiniz bana... Hayvan dostları "Yine bizi ağlattın" diyeceklerdi yarı sitemli...
Yılbaşına gireli 5 gün oldu ve ben şimdi yayınlıyorum onu... Sokağa terk edilen yüzlerce, binlerce köpecikten birinin ağzından yazılmış bir öykü bu... Sevgili hayvan dostu Ece Bilgin yollamış bunu bize...
Okursanız, belki sokağa atıldıklarında nasıl büyük bir acı ve umutsuzluk içinde kıvrandıklarını anlarsanız, belki bir daha evinize, koynunuza, korumanız altına aldığınız bir cana, bir kediye, bir köpeğe böyle bir kötülük yapmazsınız... Onu asla yaşayamayacağı, açlık ve susuzlukla mücadele edemeyeceği sokaklara terk etmezsiniz...
Bir hayvana bakıp şımartamayacak, onu benimseyemeyecek, onu ailenin bir ferdi olarak kabul edemeyecek, onu hiç büyümeyecek ve sonsuza kadar (kısacık ömürlerinin sonuna kadar) size bağımlı kalacak bir çocuk gibi göremeyecekseniz, sakın sahiplenmeye kalkışmayın! Belki sadece fantezi olsun veya çocuğunuz istedi diye ya da komşunuzun köpeğini-kedisini çok sevdiğiniz için böyle bir hevese kapılabilirsiniz... Bir hayvan, bir can demektir ve bir can Tanrı’nın hayat verdiği lütfudur... Onu gerçek anlamda sevemeyecekseniz, koruyup kollayamayacaksanız, sıkılıp kapının önüne atacaksanız, sakın evinize almayın... Çünkü bu günahın vebalini asla ödeyemezsiniz!
Derin, acısız, sonsuz uyku
Bu gece; sıcak evinden, sevdiklerinden ayrı geçirdiği günlerin sayısı tam tamına 365 olmuştu. Herkesin yeni yıla girme telaşından anlamıştı o gecenin yılbaşı gecesi olduğunu ve hasret günlerinin hesabını yapmak da böylece kolaylaşmıştı. Çünkü onu tam da bir yılbaşı gecesi sokağa atmıştı sahipleri...
Sokaklar ışıl ışıldı... Yalancı çam ağaçları ampullerle süslenmiş, şık mağazaların kapılarının önünde duran koca göbekli, beyaz takma sakallı, kırmızı urbasıyla elindeki kocaman torbasından küçüklere cicili bicili ufak hediye paketleri dağıtan Noel Baba’ların boyalı yanakları soğuktan daha bir kızarmıştı. İnsanlar, kalın giysilerinin, yün atkı ve berelerinin içinde son alışverişlerini yapmanın telaşıyla, yavaştan yağmaya başlayan karın altında aceleyle yürüyorlardı.
Kalabalığın uğultusundan, telaşlı araba kornalarından, bir de günlerdir bir lokma yemek girmeyen midesinin açlık sinyallerinden sersemlemiş bir şekilde amaçsız, o sokaktan bu sokağa, o caddeden bu caddeye yorgun adımlarını sürükledi durdu. Bugün onu pek fark eden olmamıştı. Ya soğuk ya da alışveriş telaşı yüzünden, insanların gözüne çarpmamıştı. Aksi halde her zamanki gibi "hoşt"tan ve atılan tekmelerden bolca nasibini alırdı! İnsanların "it bahara ermiş ama yediği tekmeyi kendi bilirmiş" sözünü anımsadı, abartmadıklarını düşündü.
Akşam saatlerinin ilerlemesiyle kar da hızını iyiden iyiye artırdı. Hani o bir zamanlar sahiplerinin itinayla yıkayıp, tarayıp bakımını yaptıkları, gelip geçenlerin, görenlerin beğenerek baktıkları, uzun güzelim tüyleri çamura bulanmış, karman çorman olmuş, bir de üzerine yağan karla iyiden iyiye keçeleşmiş ve galiba kötü kötü kokmaya başlamıştı. Bir an vitrin camında kendisini gördüğünde tanıyamadı. "Şu zavallıcığın haline de bak" diye kendi görüntüsüne hayıflanıp acıdı. Kısacık bir tereddüt anından sonra, camdaki o garip, yün yumağına dönüşmüş tüyleri ve kaburgaları birbirine geçmiş siluetin kendisine ait olduğunu fark edip, kaçarcasına oradan uzaklaştı.
Şimdi, yiyecek bir şeyler bulabilmekten çoktan umudunu yitirmiş halde, acilen yorgun ve aç bedeni için bu soğuk kar yağışının tipiye döndüğü geceyi geçirebileceği korunaklı bir yer araştırmaya başlamıştı.
Son bir gayretle kendisini daha önceleri sığındığı, kapıcısı görmediği sürece içinde yatabildiği bir apartman girişine attı. Her zamanki uyuduğu dar köşeye kıvrılacaktı ki bir şey fark etti: Bir karaltı, bir çift parlayan güzel göz ona bakıyordu. Küçük bir kedi, sırılsıklam, belli ki aç ve yorgun, onu görmesine rağmen yerinden kımıldamıyor, büzülmüş öylece yatıyor. Bir an ne yapacağına karar veremedi, gidip başka bir yer aramaya hiç mi hiç hali yoktu, yavru kediciğe de kıyamadı. Onu kovalasa, bu soğukta, tipide nereye sığınacaktı ki?
Yavaşça, mümkün olduğunca o küçüğü ürkütmemeye çalışarak yanına uzandı. O küçücük bedenin sıcaklığını, tüylerinin ıslak da olsa yumuşaklığını hissetti. Hemen kısa bir süre sonra, kedicik de ona iyiden iyiye sokulup, küçük başını göğsünün derinliklerine soktu. Derin uykusuna dalmadan önce en son yaşadığı mutluluğunu anımsadı; sahiplerinin ona seslenişlerini, başını okşayışlarını, önüne en sevdiği yemekleri koymalarını, alabildiğine şımartmalarını... O mutlulukları yaşadığı günler uzaklarda kalmıştı... Yavruyu soğuktan tamamen korumak için sırtını buz gibi esen karlı rüzgara verdi. Sisli bir perdenin arkasından zorlukla hatırlayabildiği güzel günleri son bir kez daha ona yaşatan kediyi minnetle, gücü yettiğince uzun uzun yaladı. Birlikte hiç bitmeyecek, hiç acı çekmeyecekleri, onları bir daha kimselerin üzemeyeceği derin, huzurlu bir uykuya daldılar...
Yeni yıl gecesi güzel geçmiş, enfes yemekler tüketilmiş, gelen seneye dair iyi dileklerde bulunulmuş, armağanlar alınıp verilmiş, geç yatılmış ve bu yüzden de sabah geç kalkılmıştı. Evin küçük afacanı ise büyüklerin aksine erkenden yatıp, sabah Noel Baba’nın başucuna bıraktığı armağan paketlerini heyecanla açmış, sonra da birden hatırlayıp, gece sofradan artan hindi ve et parçalarını bir tabağa koymaya başlamıştı... Daha önceleri birkaç kez kapının eşiğinde yatarken gördüğü, böyle yemek artıklarını verince minnetle kuyruğunu sallayıp, ona en sevdiği arkadaşının bakışını hatırlatan gözlerle bakan, o zavallı köpeğe vermek için aceleyle aşağıya, kapıya koşmuştu
Evet, o yine eşikteydi, ama nedense hiç kımıldamıyordu. Ve tam kucağının ortasında küçük sarman bir kedi yavrusuyla, birbirlerine sıkıca sarılmış yatıyorlardı. Sanki huzur içinde uyuyup kalmış gibiydiler... Ama bundan böyle ikisi de bir daha hiç acıkmayacaklardı...