Son zamanlarda erkeklerden çok fazla mektup almaya başladım. Hayırdır inşallah derken, pek de hayırlara vesile olmadığını görmeye başladım.
Hani o çok koruduğum, çok sevdiğim, çok saydığım, her türlü hakları için mücadele verdiğim, duygusal, sevgi dolu, sıcacık ve yumuşacık diye bildiğim kadınların arasında artık bazı cadıların türediğini görüyorum. Görüyor ve üzülüyorum. Çünkü bana yazan bu genç adamların perişan olduklarının farkındayım. Çünkü kim ne derse desin, biz kadınlar, acılar karşısında da, kötüler karşısında da, ihanet karşısında da, yalnızlık karşısında da erkeklere göre çok daha güçlüyüz. Biz çabuk yıkılmayız, çabuk pes
etmeyiz, her türlü acıya hazırlıklıyızdır. Ama görüyorum ki, kadınlar giderek acımasız komplolar kurabiliyor, karşısındakini yerden yere vurabiliyor, resmen işkence yapabiliyorlar. Bu, çok endişe verici bir durum. Ve ben ki, bazen okurlarımın da tatlı tatlı sitem ettiği gibi, çoğunlukla kadınlardan yanayımdır; sanırım bundan böyle, erkekleri de korumam altına alacağım. İşte çocuklarından uzaklaştırılmış, onlara hasret kalmış bir genç adamın dikkat çekici öyküsü. Kendi deyimiyle, Aliye değil de, bir Ali’nin öyküsü bu. Ne dersiniz; acaba ilk sevdiği genç kadınla dul olduğu için evlenmeyip, terk etmesinin günahını mı çekiyor?
Rumuz: Çocuklarımı Çok Özledim
Sevgili Güzin Ablam; söze nereden başlasam da hayat hikáyemi yeterince ayrıntılı, ancak istediğin gibi kısa yazabilsem. En sonunda söyleyeceğimi şimdi vurgulayarak halimi özetleyeyim. Ben Aliye’nin erkek versiyonuyum.
Hayat hikayeme gelince; devletin üst kademelerinde görev yapan, mastır seviyesinde ilim yapmış, 44 yaşında bir erkeğim. Üniversite sonlarında çok sevdiğim ve yıllarca çok iyi anlaştığım, evlenmeyi düşündüğüm bir kadın arkadaşımı, kısa süreli de olsa bir evlilik geçirdiği için annemin süt helalliği karşılığında terk etmek zorunda kaldım. Hayattan yediğim ilk gol buydu. Bu top hálá filelerimde. Bir türlü çıkaramadım. Çalışma hayatına atıldığım yıllarda, bir ağabeyimin tavsiyesi ile yeni bir ciddi ilişkiye başladım ve bu genç hanımla bir yıla yakın bir nişanlılıktan sonra evlendim. Nişanlılık dönemindeki tozpembe, evliliğin ilk yıllarında renk değiştirmeye başladı. Kıskançlık krizleri, ailemin reddedilmesi, kaprisler, tartışma ve kavgalar... Hangi birini anlatsam ki. Evlendiğime pişman olmuş ama her evlilikte böyle şeyler olur toyluğu ile ses çıkarmamış, her konuda alttan alarak hayata katlanmaya razı olmuştum. Mesleki kariyerimde dönüm noktası olan bir fırsata da "ya ben, ya o" seçeneği karşısında elveda demek zorunda kalmıştım. O dönemde bu hakkını kullanan arkadaşlarım şimdi memleketi yurtdışında temsil ediyorlar. Bu arada bir oğlum oldu. Aynı ilde olmamıza rağmen annem ve babam evime gelmek için ancak birkaç gün öncesinden telefon ederek eşimden izin almak zorunda kalıyorlardı. Bunun yanlış olduğunu konuştuğumuzda, "vay sen misin ailesini savunan?" Yedi kat komşular duyuyordu avazlarını. Yine sineye çekişlerle beşinci yılımızı sürerken, bir üniversitenin yeni kurulan aile hekimliği bölümünden destek almaya karar verdim. Bir iki seans sonrası "Deli olan sensin. Ben gitmiyorum" diyerek yarıda kesti. Mesleki gelişmem kapsamında Doğu’daki bir göreve gönüllü olmam nedeniyle, çok sert bir çıkış yapınca artık ayrılmaya karar verdim ve mahkemeye başvurdum. O göreve de gittim. Bu arada çevremizden gelen "Çocuğunuz var. Siz daha çocuksunuz. Yeniden düşünün" telkinlerine ve Doğu’daki ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide yaşayan biri olarak bunlara kandım ve davadan vazgeçtim. Bu görevin bitiminde başka bir ilde yeniden birlikte yaşamaya başladık. Ama geçimsizlik yakamı hiç bırakmadı. Aramızda yüzlerce kilometre mesafe olmasına rağmen ailem hep sorun kaynağı oldu onun için. Giderek şımardı da şımardı. Buna ister istemez ben de çanak tutmuş oldum.
Aradan geçen yıllar, eşimin "Bir kız çocuğu istiyorum" ısrarları sonunda bir oğul daha verdi. Tamamen teslimiyeti kabul etmiş ve her dini bayramı onun ailesinin yanında geçirmiş, doğan çocukların tüm bakımlarını -emzirmek dışında aklınıza gelen her şey- üstlenmişken, hayatta kalan ailemin en büyük ferdinin evime gelme isteğine, hakaretle karşılık verince ipler koptu. Bu kavganın ardından çocukları da alarak evden ayrıldı. Çocukların en az etkilenmesi için medeni bir şekilde anlaşarak ayrılmak istedim. Karşılanamayacak isteklerde bulunarak işi yokuşa sürdü. O andan itibaren çocuklarımla görüşme şansımı yitirdim. Yaşadığımız ortak mekanı boşaltarak yeni bir eve taşındım. Şahsi eşyalarım hariç, tüm eşyaları onlara teslim ettim. Boşanma amacıyla mahkemeye başvurdum. Yaklaşık bir yıl süren davanın ardından mahkeme bizi boşadı.
Eşim temyize gitti. Temyizde, mahkemenin tüm yorumları ve çocuk gelişim uzmanlarının eşimin tutumundan kaynaklanan hataları tespit eden raporları da olmasına rağmen, suçlu ben olduğum hükmü ile boşanma kararı bozuldu. Şimdi bu süreci yaşıyoruz. Davanın görülmeye başlandığı ilk celseden itibaren, çocuklarımı ayda iki hafta sonu alma hakkım olmasına rağmen, bu günlerde evde olmamak ya da kapıyı açmamak suretiyle bu hakkımdan mahrum edildim. Bunu polis kayıtlarına geçirerek mahkemeye sundum. Boşanma aşamasında mahkeme yargıcının karşı tarafı uyarması, hatta velayette değişiklik yapacağını belirtmesine rağmen bir değişiklik olmadı. Yasal sınırların son noktası, çocukları icra kanalı ile almaktı. Onu da bir sürü maddi, manevi götürüsü ile birlikte uyguladım, ama nafile. Şimdi çocuklarımı okul yollarında görmeye çalışıyorum. Onda da büyük oğlumun "Seni istemiyoruz. Neden hálá peşimizi bırakmıyorsun?" tavrı ile karşılaşıyorum. Olsun varsın. Katlanıyorum. Onlar, benim doğumlarından itibaren altlarını temizlediğim, banyolarını yaptırdığım, tırnaklarını kestiğim, hastalıklarında sabahlara kadar başlarında beklediğim, gece emme vakitleri geldiğinde, annelerini uyandırarak karınlarını doyurmalarını sağladığım çocuklarım... Yıllarca kendi üzerime bir kot pantolon dışında bir şey almayarak, ama onları mahcup olmayacak şekilde giydirdiğim, okul öncesi ve sonrasından, ayrıldığım ana kadar her sorunlarıyla uğraştığım, ilgilendiğim evlatlarım... Biliyorum ki şu an birlikte yaşadıkları evdeki kişilerden etkileniyorlar. Umutla, annelerinden ayrılmak istememin kendileri ile ilgili olmadığını anlayacak yaşa ve anlayışa gelmelerini bekliyorum. Yine umuyorum ki, o zaman çok uzamasın. Zira, yalnızlık çok zor... Çeken bilir. Bunları neden mi yazdım? Aliye sendromu sadece kadınların yaşadığı bir olgu değil de ondan. Maalesef kadın Sinan’lar da var hayatta. Onu paylaşmak istedim. Azınlıkta da olsa, benim gibi, Aliye değil de, Ali sendromu yaşayan hemcinslerim var bu ülkede. Onların sesi olmak istedim. Sağlıcakla, umutla kalsın herkes.
Rumuz: Çocuklarımı Çok Özledim
Sevgili Güzin Ablam; söze nereden başlasam da hayat hikáyemi yeterince ayrıntılı, ancak istediğin gibi kısa yazabilsem. En sonunda söyleyeceğimi şimdi vurgulayarak halimi özetleyeyim. Ben Aliye’nin erkek versiyonuyum.
Hayat hikayeme gelince; devletin üst kademelerinde görev yapan, mastır seviyesinde ilim yapmış, 44 yaşında bir erkeğim. Üniversite sonlarında çok sevdiğim ve yıllarca çok iyi anlaştığım, evlenmeyi düşündüğüm bir kadın arkadaşımı, kısa süreli de olsa bir evlilik geçirdiği için annemin süt helalliği karşılığında terk etmek zorunda kaldım. Hayattan yediğim ilk gol buydu. Bu top hálá filelerimde. Bir türlü çıkaramadım. Çalışma hayatına atıldığım yıllarda, bir ağabeyimin tavsiyesi ile yeni bir ciddi ilişkiye başladım ve bu genç hanımla bir yıla yakın bir nişanlılıktan sonra evlendim. Nişanlılık dönemindeki tozpembe, evliliğin ilk yıllarında renk değiştirmeye başladı. Kıskançlık krizleri, ailemin reddedilmesi, kaprisler, tartışma ve kavgalar... Hangi birini anlatsam ki. Evlendiğime pişman olmuş ama her evlilikte böyle şeyler olur toyluğu ile ses çıkarmamış, her konuda alttan alarak hayata katlanmaya razı olmuştum. Mesleki kariyerimde dönüm noktası olan bir fırsata da "ya ben, ya o" seçeneği karşısında elveda demek zorunda kalmıştım. O dönemde bu hakkını kullanan arkadaşlarım şimdi memleketi yurtdışında temsil ediyorlar. Bu arada bir oğlum oldu. Aynı ilde olmamıza rağmen annem ve babam evime gelmek için ancak birkaç gün öncesinden telefon ederek eşimden izin almak zorunda kalıyorlardı. Bunun yanlış olduğunu konuştuğumuzda, "vay sen misin ailesini savunan?" Yedi kat komşular duyuyordu avazlarını. Yine sineye çekişlerle beşinci yılımızı sürerken, bir üniversitenin yeni kurulan aile hekimliği bölümünden destek almaya karar verdim. Bir iki seans sonrası "Deli olan sensin. Ben gitmiyorum" diyerek yarıda kesti. Mesleki gelişmem kapsamında Doğu’daki bir göreve gönüllü olmam nedeniyle, çok sert bir çıkış yapınca artık ayrılmaya karar verdim ve mahkemeye başvurdum. O göreve de gittim. Bu arada çevremizden gelen "Çocuğunuz var. Siz daha çocuksunuz. Yeniden düşünün" telkinlerine ve Doğu’daki ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide yaşayan biri olarak bunlara kandım ve davadan vazgeçtim. Bu görevin bitiminde başka bir ilde yeniden birlikte yaşamaya başladık. Ama geçimsizlik yakamı hiç bırakmadı. Aramızda yüzlerce kilometre mesafe olmasına rağmen ailem hep sorun kaynağı oldu onun için. Giderek şımardı da şımardı. Buna ister istemez ben de çanak tutmuş oldum.
Aradan geçen yıllar, eşimin "Bir kız çocuğu istiyorum" ısrarları sonunda bir oğul daha verdi. Tamamen teslimiyeti kabul etmiş ve her dini bayramı onun ailesinin yanında geçirmiş, doğan çocukların tüm bakımlarını -emzirmek dışında aklınıza gelen her şey- üstlenmişken, hayatta kalan ailemin en büyük ferdinin evime gelme isteğine, hakaretle karşılık verince ipler koptu. Bu kavganın ardından çocukları da alarak evden ayrıldı. Çocukların en az etkilenmesi için medeni bir şekilde anlaşarak ayrılmak istedim. Karşılanamayacak isteklerde bulunarak işi yokuşa sürdü. O andan itibaren çocuklarımla görüşme şansımı yitirdim. Yaşadığımız ortak mekanı boşaltarak yeni bir eve taşındım. Şahsi eşyalarım hariç, tüm eşyaları onlara teslim ettim. Boşanma amacıyla mahkemeye başvurdum. Yaklaşık bir yıl süren davanın ardından mahkeme bizi boşadı.
Eşim temyize gitti. Temyizde, mahkemenin tüm yorumları ve çocuk gelişim uzmanlarının eşimin tutumundan kaynaklanan hataları tespit eden raporları da olmasına rağmen, suçlu ben olduğum hükmü ile boşanma kararı bozuldu. Şimdi bu süreci yaşıyoruz. Davanın görülmeye başlandığı ilk celseden itibaren, çocuklarımı ayda iki hafta sonu alma hakkım olmasına rağmen, bu günlerde evde olmamak ya da kapıyı açmamak suretiyle bu hakkımdan mahrum edildim. Bunu polis kayıtlarına geçirerek mahkemeye sundum. Boşanma aşamasında mahkeme yargıcının karşı tarafı uyarması, hatta velayette değişiklik yapacağını belirtmesine rağmen bir değişiklik olmadı. Yasal sınırların son noktası, çocukları icra kanalı ile almaktı. Onu da bir sürü maddi, manevi götürüsü ile birlikte uyguladım, ama nafile. Şimdi çocuklarımı okul yollarında görmeye çalışıyorum. Onda da büyük oğlumun "Seni istemiyoruz. Neden hálá peşimizi bırakmıyorsun?" tavrı ile karşılaşıyorum. Olsun varsın. Katlanıyorum. Onlar, benim doğumlarından itibaren altlarını temizlediğim, banyolarını yaptırdığım, tırnaklarını kestiğim, hastalıklarında sabahlara kadar başlarında beklediğim, gece emme vakitleri geldiğinde, annelerini uyandırarak karınlarını doyurmalarını sağladığım çocuklarım... Yıllarca kendi üzerime bir kot pantolon dışında bir şey almayarak, ama onları mahcup olmayacak şekilde giydirdiğim, okul öncesi ve sonrasından, ayrıldığım ana kadar her sorunlarıyla uğraştığım, ilgilendiğim evlatlarım... Biliyorum ki şu an birlikte yaşadıkları evdeki kişilerden etkileniyorlar. Umutla, annelerinden ayrılmak istememin kendileri ile ilgili olmadığını anlayacak yaşa ve anlayışa gelmelerini bekliyorum. Yine umuyorum ki, o zaman çok uzamasın. Zira, yalnızlık çok zor... Çeken bilir. Bunları neden mi yazdım? Aliye sendromu sadece kadınların yaşadığı bir olgu değil de ondan. Maalesef kadın Sinan’lar da var hayatta. Onu paylaşmak istedim. Azınlıkta da olsa, benim gibi, Aliye değil de, Ali sendromu yaşayan hemcinslerim var bu ülkede. Onların sesi olmak istedim. Sağlıcakla, umutla kalsın herkes.