Bunlardan biri yabancı onur üyesi olarak seçilen Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk.
Diğeri Harvard Üniversitesi, Mimarlık ve Sanat Tarihi Bölümü, Ağa Han Kürsüsü Başkanı Gülru Necipoğlu.
Böylelikle, daha önce üyeliğe seçilmiş olan MİT Üniversitesi’nden Profesör Daron Acemoğlu ile birlikte, 4 bin 600
üyesi olan Amerikan Sanat ve Bilimler Akademisi’nin Türk üye sayısı 3’e çıkmış oldu.
228 yıllık bir geçmişi olan Amerikan Akademisi’nin üyeleri arasında Nobel ve Pulitzer ödüllerine sahip olanların sayısı 250’den fazla.
Einstein’dan Churchill’e, Martin Luther King’den Nehru’yu sayısız dünyaca ünlü üyesi olan Amerikan Akademisi’nin Necipoğlu’na gönderdiği mektupta şöyle deniliyor:
"Akademi üyeliğine seçilmeniz, mesleğinize ve insanlığa yaptığınız değerli katkıların onayı anlamına gelmektedir".
Necipoğlu, geçen yıl da ABD’nin 264 yıllık en köklü kuruluşu olan Amerikan Felsefe Topluluğu üyeliğine de seçilmiş.
ABD’nin bu saygın iki kuruluşuna seçilmiş olmaktan mutlu.
"Osmanlı ve İslam Sanat tarihiyle ilgili çalışmalarımın çok spesifik bulunmayıp insanlığa faydalı bir hizmet olarak görülmesi beni çok onurlandırdı" diyor.
Osmanlı ya da İslam Sanat tarihi çalışmaları Amerikan Akademisi’nin neden dikkatini çekmiş diye aklıma gelmedi değil.
Necipoğlu’nun Osmanlı ve İslam tarihiyle ilgili sayısız makalesi ve "15. ve 16. yüzyıllarda Topkapı Sarayı", "Mimar Sinan", "Topkapı Parşömeni" başlıklı üç kitabı var.
"Genelde yayınlarımda Osmanlı’nın global bir perspektiften ele alınması gerektiğini söylüyorum. Akdeniz Dünyası’nda Osmanlı’yı çok kültürlü olarak yorumlamam hoşlarına gitmiş olmalı" diyor gülerek.
ROMA’NIN DEVAMI
Bu noktadan sonra Necipoğlu ile konuşmamız Osmanlı’nın çok kültürlülüğü üzerine odaklaşıyor.
Tarih kitaplarındaki o bildik, kalıplaşmış söylemlerden farklı bir Osmanlı yorumu dinlemek çok iyi geliyor doğrusu.
Osmanlı’nın global bir bakışa sahip olduğunun kanıtı ne?
"Osmanlı, Bizans’ı almasının sonucu kendisini Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak görüyor. Bu mirası kendilerine ait görmelerinin bir kanıtı da Ayasofya. Zira Ayasofya’yı yabancı birşey olarak görmüyor, benimsiyor. Kendi eserlerinde benzer bir üslup kullanmaları global bir bakışa sahip olduklarını gösteriyor."
Osmanlılar İslam Dünyası’nda en uzun yaşamış imparatorluk.
Necipoğlu’na göre bunun en büyük nedeni, hem batıya, hem doğuya entegre olmayı becermiş olması, katı çizgilere sahip olmaması.
Çok yönlü görüşlere yer vermesi sanatına da yansımış.
Osmanlı çok dinli, çok dilli kültürlerarası bir köprü.
İran, Ortaçağ eski İslam topluluklarının sanat ve mimari mirasıyla, Akdeniz’de ortak Roma mirasını karma hale getirip yepyeni bir senteze ulaşıyor.
Büyük bir imparatorluğa yaraşır şekilde tutarlı bir kültür-sanat politikası var.
Hem Batı’dan, hem İran’dan sanatçıları topluyor, biraraya getiriyor.
Türk sanatçılarla kaynaştırıyor.
Necipoğlu anlatıyor:
"Fatih kurduğu nakkaşhanenin başına İranlı Baba Nakkaş’ı getiriyor. Ona diyor ki ’Sana yardımcılar vereceğim. Onlara Acem stilini öğret ki, benim iklimimde Acem sanatından bir rayiha olsun’".
TOPKAPI’DA ÜÇ STİLAynı şekilde çağırdığı İtalyan Bellini’ye de Türk asistanlar veriyor.
Edebiyatta da karma kültür kaygısı var.
Şiirlerin, Arapça, Farsça, Osmanlıca yazılmasına özen gösteriliyor.
Topkapı Sarayı’ndaki katipler Latince, Sırpça, Grekçe, İtalyanca, Türkçe, Farsça, Arapça yazışmalar yapıyorlar.
Osmanlı’nın globalleşmesinin en güzel kanıtları bunlar.
Necipoğlu’na göre bir başka kanıt Topkapı Sarayı.
Fatih, bilinçli olarak İstanbul’un iki denizi ve iki kıtayı birleştiren noktasında kuruyor Topkapı Sarayı’nı.
Sarayda Osmanlı, İran ve Bizans stilinde köşkler yaptırıyor ki, global imparatorluğunun sembolü haline dönüşsün.
Ayrıca sarayın içindeki başka binalarda da üç stili karma olarak kullanıyor.
"Fatih bu üç stili bilinçli olarak kullanıyor. Zira İstanbul’u dünya başkenti yapma projesi var. İstanbul ile Roma’yı birleştirme düşüncesi var. En büyük arzusu Roma’yı almak. Fatih’ten sonra Kanuni de aynı şeyi arzu ediyor" diyor Necipoğlu.
Hem Fatih’in, hem Kanuni’nin kendilerine model aldıkları kişi Büyük İskender.
Batıyi ve doğuyu birleştiren isim.
Osmanlı 16. yüzyıla kadar böyle global bir iddiası olan bir imparatorluk.
OSMANLI MİRASINI ÇARPITIYORUZAncak 16. yüzyılın sonunda Avrupa ile Osmanlı arasında çizgilerin keskinleşmesiyla bu iddia giderek sönüyor.
Peki günümüz Türkiye’sine dönersek Osmanlı’nın bu bilinçli global politikasının farkında mıyız?
Profesör Gülru Necipoğlu "Ne yazık ki hayır" diyor.
"Bugün Osmanlı’nın bu çok kültürlü mirasını tanımıyoruz. Bunun ne kadar önemli olduğunu kavramış değiliz. Mirası çarpıtıyoruz" diye ekliyor.
Necipoğlu yaklaşık iki yıl önce Harvard Üniversitesi’nde ilginç bir konferans düzenlemiş.
"Diyar-ı Rum’da Mimari Miras" başlıklı konferansta sunulan tebliğler Osmanlıların kendilerini Romalıların devamı olarak gördüklerini ortaya koyuyor.
Örneğin Osmanlı tarihçisi Cemal Kafadar’ın tebliğinde Osmanlıların kendilerini nasıl gördüklerine ilişkin şöyle bir ifade var:
"Biz Orta Asya’dan geldik. Yepyeni bir coğrafyaya yerleştik. Nasıl aşılanmış bir ağaç sulu ve şahane güzellikte meyveler verirse öyle meyveler verdik."
Yani Osmanlı soyunun karıştığının bilincinde.
Devşirmeyle bilinçli olarak bir "kültürel mühendislik" yapıyor.
Bugün Osmanlı’ya milliyetçilik perspektifiyle bakanların zor kabul edecekleri bir şey bu.
Bu yüzden Necipoğlu diyor ki:
"Akademi dünyasının görevi araştırmalarla, belgelerle gerçekleri ortaya koymak. İdeolojik çarpıtmaya karşı durmak. Osmanlı mirasını anlayacaksın ama bugün bazılarının yaptığı gibi -Neo Osmanlılık akımı- idealize de etmeyeceksin. Örneğin ben bir kadın olarak Osmanlı döneminde yaşamayı asla istemezdim."