Paylaş
9.Senfoni’nin kerameti
Banda Municipal de Santiago de Cuba topluluğu Açıkhava'da sahnede. Topluluğun adı üzerinde: Santiago Belediye Bandosu.
Küba demek müzik demek. Yoksul Kübalılar için müziğin acıları dindiren bir tılsım olduğunu, rumba, salsa, comparsa ezgileri eşliğinde insanların Havana'da sokaklarda dansettiklerini duyduk hep.
Yoksa duyduklarımız yanlış mıydı?
Sahnedeki müzisyenler bizi rüyalarımızın Küba'sına uçurmaktan hayli uzak. Ama ne gam. İstanbul benzersiz gecelerinden birini daha yaşıyor. Mehtapsız, lacivert gökyüzünde Koç'un zeplini ışıltılar saçarak geziniyor. Açıkhava Sahnesi'nin koltuklarından bakınca, zeplin fosforlu ışıklar saçan sevimli bir uzaylı böcek gibi. Zeplin, bir ara Boğaz'ın hangi yakasından atıldığı belli olmayan rengarenk havai fişeklerin arasından süzülerek geçiyor.
Neyse ki, gecenin büyüsü, Kübalıların, şanlarına hiç yakışmayan bu bando müziğini unutturuyor. İstanbul'un iyi kötü (James Brown da tam bir fiyaskoymuş) müzikle kucaklaşırken, Fransa'da müzikle ilgili ilginç bir kitap yayınlandı geçtiğimiz günlerde.
Esteban Buch'un kaleme aldığı ‘‘Beethoven'ın Dokuzuncu Senfonisi, politik bir hikaye’’ kitabı ünlü senfoninin, bestelendiği 1824 yılından bu yana Avrupa politikasıyla içiçe geçmiş serüvenini anlatıyor. Bu daha çok, Beethoven'in, Schiller'in ‘‘Tüm insanlar kardeş’’ temasını işleyen şiirinden esinlenerek bestelediği koral senfoni, ‘‘Neşeye Övgü’’ nün ( Ode to joy) tuhaf serüveni.
9. Senfoninin sonundaki Neşeye Övgü, halen üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi'nin marşı 1974 yılından beri. Yani Avrupa Marşı. Daha gerilere gidersek, ‘‘Neşeye Övgü’’ 1936 Berlin Olimpiyat'larının açılış müziği. Bir yıl sonra yani, 1937'de Hitler doğum gününü bu parçayla kutluyor.
Neşeye Övgü, Doğu ile Batı Almanya'nın 1952 ile 1966 yılları arasında Olimpiyatlara katılmak için oluşturdukları ortak ekibin müziği.
1967 yılında NATO'nun Brüksel'deki genel merkezinin açılışında, 1989 yılında ise Leonard Bernstein yönetiminde Berlin Duvarı'nın yıkılışını kutlamak için çalınan parça yine Neşeye Övgü.
1996 yılında savaş yorgunu Saraybosnalılar, yüreklerinde filizlenen umut kırıntılarıyla, Yehudi Menuhin'nin yönetimindeki koral senfoniyle yeni yaşamlarına adım atıyorlar.
Beethoven'nin bu ölümsüz parçası Hitler'in doğum gününde olduğu gibi, zaman zaman doğal misyonundan sapmalar gösteriyor elbette ki. Stanley Kubrick'in Mekanik Portakal filminde örneğin, bir gözü boyalı kötü çocuk Alex, işkence yaptığı kurbanlarına bu müziği dinlettirir. Şimdi Zimbabwe olan ırkçı Güney Rodezya'nın da 1976 ulusal marşı olarak Neşeye Övgü'yü seçmesi ise Avrupa Konseyi'ne indirilmiş kötü bir darbeydi.
Tarihte 70 günlük boşluk
İNSANOĞLUNUN baş düşmanı zaman. Ve zaman insana bazen fena madik atar. İşte insan elinden çıkma takvimin oynadığı birkaç ‘tarihi oyun’:
M.ö. 46 senesi, 12 ay yerine 14 ay; 365 gün yerine 445 gün sürmüştü. Bunun üzerine Roma İmparatorluğu'nda isyanlar çıkmış, 46 yılına ‘Karışıklıklar Yılı’ denilmişti. Roma dünyası 80 gün ‘fazladan’ yaşamıştı.
4 Ekim 1582 gecesi yatağa giren Katolik Avrupalılar, 15 Ekim sabahı uyanmış, takvimler bir gecede 10 günlük bir sıçrama yapmıştı. Yani dünya tarihinde ilk kez, 10 gün boyunca (5-14 Ekim 1582) kimse doğmadı, kimse ölmedi, kimse yaşamadı, yani hiç birşey olmadı.
Almanya'nın Katolik bölgesindeki Ratisbonne kentinden 1 Ocak 1583 günü yola çıkan bir yolcu gece vakti, 80 km ötedeki Protestan Nuremberg kentine vardığında günlerden 21 Aralık 1582 idi. Yani yolcu bir günde 11 gün geriye gitmişti.
Shakespeare ve Cervantes aynı gün, 23 Nisan 1616 günü öldüler. Ancak İngiliz şair 23 Nisan Cumartesi günü, İspanyol yazar 23 Nisan Salı günü öldü.
SUÇ SEZAR'DA
Neden bu sıçramalar? Çünkü, Avpura tarihinde iki büyük takvim reformu yapıldı. İkisinde de tarihi düzeltmek gerekti.
Zamanın ölçüsü insanlık tarihi kadar eskidir şüphesiz. Ama modern takvimin ilk düzenlemesini Roma diktatörü Julius Sezar yapmıştır. Sezar'ın iktidara geldiği yıllarda Romalılar'ın kullandığı ay takvimi allak bullak olmuştu. Efsaneye göre Roma'nın kurucusu Romulus tarafından yapılan ilk takvim, yöneticilerin üzerinde oynamaları sonucunda, güneşe bağlı mevsimlerden tamamen kopmuştu. Mesela bağbozumu bayramı karakışa denk geliyordu. Bu da ekonomik ve sosyal hayatı baltalıyordu.
Sezar, Kleopatra ile Mısır'da yaşadığı hızlı aşk sırasında ünlü astronom İskenderiyeli Sosigenes'ten çok etkilenmişti. Sosigenes takvimini güneş devinimine dayandırıyordu.
Sezar, muhalefetin bütün saldırılarına göğüs gererek en büyük reformunu gerçekleştirdi ve, Avrupa'nın binbeşyüz yıl uygulayacağı ‘Jülyen takvimi’ni yaptı.
Ancak, eski takvimi düzeltebilmek için, M.Ö. 46 yılında, Ekim ayıyla Kasım ayı arasına biri 33 günlük, biri de 34 günlük iki ‘ekstra ay’ eklemek gerekti. Bu değişiklik ülkede iç karışıklıklara sebep olduysa da Sezar duruma hakim oldu ve Jülyen Takvimi sayesinde, rahiplerin veya kralların işlerine geldiği gibi yaptıkları takvim yerine, bilimsel bir sisteme geçilmiş oldu.
1628 YILDA 10 GÜN
Jülyen takvimi, Eski Roma'nın yayıldığı ülkelerde ta 16'ncı yüzyılın sonuna kadar yürürlükte kaldı. Ancak aradan geçen 1628 yılda takvim güneşe göre 10 günlük bir sapma yaratmıştı.
İşte Papa Gregorius XIII bu sapmayı düzeltmek üzere bir reform hazırladı. Ya Şubat ayı 4 yılda bir gün eksik olacak ve 10 günlük açık 40 yılda kapatılacak, ya da takvimde 10 günlük bir sıçrama yapılacaktı. Papa radikal metodu seçti. Ve, Katolik dünyası 5 Ekim 1582 gecesi yatıp 15 Ekim sabahı uyandı. Dünya tarihi 10 gün yaşanmamış oldu.
Gregoryen takvim büyük zorluklarla yayılacaktı. Çünkü Reform hareketini başlatan Martin Luther Papa'nın ve Vatikan'ın otoritesini tanımadığını ilan etmişti. Papa'yı tanımayan Protestanlar Papa'nın takvimini tanıyacak değildi ya. İşte bu sebeple, mesela, Avrupa'nın bir Protestan kentinde ayın biriyken, birkaç kilometre ötedeki Katolik köyünde 11'iydi. İngiltere'de günlerden cumartesi iken, İspanya'da salı idi.
Aynı ‘uyum sorunları’ modern takvime geçmeden önce Anglikan İngiltere'de (1752), Budist ve Şintoist Japonya'da (1873), Ortodos-Komünist Rusya'da (1918), Müslüman Türkiye'de (1926), hatta Budist-Taoist ve yeni komünist Çin'de (1949)'da benzer garipliklere sebep oluyordu.
Türkiye olarak biz, Atatürk sayesinde 1926 ??? yılında akvim devrimimizi yaparak bu saçmalıklardan kurtulduğumuzu sanıyorduk ama, olmadı.
Hala Türkiye'de 1999'un bir gecesi yatağa girip sabah namazına 652 senesinde uyanmak isteyenler, Ergenekon'u özleyenler, 1917 Ekim'ine dönmek isteyenler...
Paylaş