Ya şampanya içilirya bu işten vazgeçilir!

Herkes döndü ben kaldım.

Hava yılın bu mevsimi için şaşırtıcı derecede ılık ve güneşli. Saint Germain des Pres’de buraya her gelişimde dermutad yaptığım üzere Flore kahvesinin terasında oturmuş, bir yandan gelen geçeni izliyor bir yandan son iki gündür yaşadıklarımızı düşünüyorum.

Neydi o? Saran Şatosu’nun yüksek tavanlı yemek odasında firmanın marka elçisi Patrick Vandermark ile yediğimiz yemek, 24 kişilik gül ağacı masayı süsleyen ve her bir yemek süresince tadacağımız şampanyaların rengiyle uyumlu çiçekler, göğsünde madalya taşır gibi omzunda sanal yıldızlar taşıyan şefin, şampanyanın tadının önüne geçmeyecek incelikte hazırladığı birbirinden leziz yemekler, o yemeklerin konulduğu tüy hafifliğindeki Limoges porselenler, masayı ve çevresindekileri Georges de la Tour’un resimlerindeki gibi yalayan ve onları olduklarından daha kırılgan kılan titrek mum ışığında büyük gümüş tepsilerle servis yapan garsonların taşıdıkları ağırlığa rağmen bir an olsun titremeyen elleri, yanı başımda oturan ve 15 gün sonra emekli olacağını öğrendiğimiz elçinin, genellikle Fransız aristokratlarında sık rastlanan kibirden nasiplenmemiş samimiyeti, zarafeti... Sahiden neydi o?

Rüya gibi... Rüya gibi, ama ne yazık ki bütün güzel rüyalar gibi geçici. Yan masada oturan iki kadın yüksek sesle hava durumu üzerine konuşuyor.

Zaten bu Fransızlar böyledir.

Bin yıl birbirini görmez, sokakta karşılaşır ve konuşacak başka bir şey yokmuş gibi o gün havanın nasıl olduğu üzerine saatlerce çene çalarlar.

Ne biri diğerine başka bir şey sorar, ne diğeri ötekine.

Yan masadakiler de öyle...

Geldiler, çantalarını iskemlelerinin arkasına astılar ve etraflarında kimse yokmuş gibi yüksek sesle konuşmaya başladılar.

SARKOZY KURT, ROYALE KUZU

İkisi de söze hayatlarında böyle bir kasım görmediklerini söyleyerek başladı ve ne yapıp ne edip lafı iki dakikada iklim değişikliklerine, delinen ozon tabakasına, zeka düzeyi bakışlarından anlaşılan Amerikan başkanına ve onun imzalamayı reddettiği Kyoto Anlaşması’na getirdi.

Muhabbet biraz Irak, biraz Filistin üzerine dolaştıktan sonra kaçınılmaz olarak iç politikaya ve o sabah parti içi çekişmesinden galip çıkan Segolene Royale’e geldi.

Ortak düşünceleri, bu güzel kadının gelecek yıl yapılacak başkanlık yarışında ne yazık ki yenik çıkacağı yönünde. Biri Sarkozy’yi kastederek "O kurt bu kuzuyu yer" diyor. Diğeri, kem küm ettikten sonra arkadaşını destekliyor.

Garsona taze bir Beaujolais daha söylüyor ve yanında bütün hararetiyle sürmekte olan muhabbeti dinlemeyi kesiyorum.

KADIN MUHABBETİNDEN BEN DE NASİBİMİ ALDIM

Zaten o da nasıl olmuşsa olmuş, benim garsona sipariş verdiğim o 30 saniye içerisinde ışık hızıyla iç politikadan uzaklaşıp, dünyanın her yerinde görüldüğü üzere 30’lu yaşlardaki iki kadının konuşmaktan asla sıkılmayacakları, ama ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar içinden çıkamayacakları bir konuya kaymış: Kadın nedir? Erkek kimdir? Venüs müdür, Mars mıdır?

İçimden beherini dürtüp "Boş verin, bırakın bilinmez kalsın, hayatın tadını varın bu bilinmezlikle çıkarın" demek geliyor ama tek kelime etmiyorum.

Onun yerine gülümsüyorum.

Bilmiş gülümsemem Jacqueline’in -sonradan adının Jacqueline olduğunu öğrendiğim zıpkın kadının- gözünden kaçmıyor ve soruyu yapıştırıyor:

"Siz ne dersiniz?"

İki saat sonra aynı masada bu kez beş kişiyiz.

Kim olup nereden geldiğimi, nerede duraklayıp nereye gittiğimi öğrendikten ve taze Beaujolais’den vazgeçip Sancerre’e geçtikten sonra öyle bir an geliyor ki, beşimiz de kendimizi Moet&Chandon üzerine konuşurken buluyoruz.

ŞAMPANYA YÜZÜNDEN DÜĞÜN ERTELETEN ANNE

Jacqueline’in amcası meğer İkinci Dünya Savaşı’nda Fransızların direniş hareketine Moet&Chandon şampanyalarının yıllandırıldığı dehlizlerde katılmış. Bir avuç direnişçi, sözünü ettiğim o muazzam labirenti kendilerine buluşma yeri olarak seçmişlermiş. Bu seçimin nedeni belliymiş: Konuşmaları kimse duyamadığı gibi, beklenmedik bir baskın anında yan yollara sapıp izini kaybettirmek mümkünmüş.

Sophie, Jacqueline’in yoldaşı; düğün arifesinde yaşadığı krizi anlatıyor: Hayata hep kötümser bakan ve yüzünde hep çimdik yemiş gibi bir ifade taşıyan, gelgelelim iş son sözü söylemeye gelince tırsıp geride duran annesi, kızının düğününde aslan kesilmiş. Ya Dom Perignon içilir demiş, ya da bu işten vazgeçilir! Vazgeçtiği de kendi değil, kızının yeri yurdu belirlenmiş, davetiyeleri gönderilmiş, tarihi kesinleşmiş düğünü.

Moenelle, gittiği bir lokantada karşılaştığı eski erkek arkadaşıyla kocasının nasıl şampanya savaşına tutuştuğunu, birinin caka satmak için Brut İmperial ısmarlarken, diğerinin ona inat Magnum açtırmasını, sonunda ikisinin de cebinden hesabı ödeyecek paranın çıkmayışını anlatıyor.

Öyle gülüyor ki, gülmesi hepimize sirayet ediyor.

TÜM FRANSIZLARIN HEMFİKİR OLDUĞU KONU

Bir şişe Sancerre ve 100 hikaye sonra hafif çakır keyif, Flore’dan çıkıyoruz.

Biraz önce 40 yıllık arkadaş gibi sarıldık öpüştük, görüşmek üzere sözleştik.

Onlar da ben de yollarımızın ayrı olduğunu ama bu güneşli Paris ikindisinde, Cafe de Flore’daki o küçük masanın çevresinde tıklım tıkış oturup geçirdiğimiz o üç saati ömür boyu hatırlayacağımızı biliyoruz.

Dönüş yolunda gözüme kafelerin girişlerinde asılı mor balonlar çarpıyor.

Yeni Beaujolais geldi! Beaujolais, Moet, Dom Perignon ya da basit bir baget fark etmiyor. Ya da herhangi bir peynir...

İşte bu diyorum. Doğuştan muhalif, her şeye burun kıvıran, kendilerinden ve kendi tarihlerinden başka bir şeye aldırmayan Fransızları burnu büyüklüklerine rağmen biricik kılan işte bu: Yaşam kültürleri ve hepsini aynı potada birleştiren zevkleri.

Eve gidip, şampanya üzerine hak ettiği güzellikte bir yazı döşenmem gerek.

Niyetim o, ama yol üzerindeki ilk postanede durup iki kadeh arası karaladığım bu satırları gazeteye yollamaya karar veriyorum. Gerisi gelecek haftaya diyorum.
Yazarın Tüm Yazıları