Tasarımın beşiği Londra’dan haberler

Boyumuzdan büyük işe mi kalkıştık acaba?

Hanya’yla Konya’yı 6 Mart’ta göreceğiz bakalım.

Haberin Devamı

Bu yaştan sonra TV işlerine soyunmak, üstelik programı Türkiye’nin Peter Pan’ı Nihat Odabaşı ile birlikte sunmak, akıllı işi mi deli cesareti mi hala anlamış değilim.
Uzun süredir aklımda yurtdışı programı yapmak fikri vardı ama yapmalı mı yapmamalı mı bir türlü kestiremiyordum. Bir yanım kalk gidelim diyordu, diğer yanım otur aşağı. Böyle iki kutup arasında gide gele epey zaman geçirdim. Sonra günlerden bir gün tuttum bu niyetimden Feride Edige’ye söz ettim. İşte program o an ete kemiğe büründü sanki. Feride’ye göre bu iş tek başına yapılmamalıydı. Yanımda biri daha olmalıydı. Nihat’la çalışmalıydım örneğin. İkimizin de birbirimizi sevdiğimiz malumdu. Ayrıca huyumuz da suyumuz da birbirine zerre benzemiyordu ki, bu da olumluydu. Aynı yöne baksa da farklı şey gören, aynı şehre gidip farklı yaşayan, ne dertleri ne sevinçleri ortak iki kişi: Biri erkek biri dişi.
Bitmedi!
Format gereği elbette değişik ülkelere, uç uzaklara, farklı şehirlere gidecektik. Ama yapacağımız iş özel olsun istiyorsak eğer, gidilecek yerleri biz değil heveslerimiz belirlemeliydi. Madem ki şairin dediği gibi, ‘heves kuşu durmaz döner’di, o zaman biz de heves kuşumuzun kanadına takılmalıydık. O nereye biz oraya... Bırakalım o bizi sürüklesindi.
Feride bir şey anlattığında, anlattığı şey her neyse gözünüzde canlanır. Bir de arkadaşının işini kendi işi bellemek gibi, çoğu zaman onu canından bezdirdiğini bildiğim kötü bir huyu vardır.
Belledi de nitekim...
Nihat’la ikimizi, iki birbirine benzemezi, iki zamanı örtüşmezi bir araya getirdi, bizden ortak heveslerimizi saptamamızı istedi, ofisini açtı, toplantılar yaptı, fikir üretti, bağlantı sağladı kısaca altı ay bizimle yatıp bizimle kalktı. Sonunda sponsorlar, toplantılar, anlaşmalar, izinler derken ilk programın düğmesine basıldı.
Benim için özel bir günde; doğum günümde, tası tarağı topladık, ortak heveslerimizden birinin peşine takılıp tasarımın beşiği Londra’ya uçtuk.
Neler var görmek, şahlarıyla görüşmek, vezirleriyle söyleşmek için.
Görüştüğümüzü de söyleştiğimizi de 6 Mart saat 22.00’de, CNN Türk’te görecek zaten görecek olan.
Yüzümüzün akıyla çıkmışızdır inşallah.
Ama... Ama... Bir de kamera arkası var ki...
Yeminle, yandım Allah!

Haberin Devamı

Kırmızı çoraplı yazar, gazeteci, dekan müzeci Mr. Sudjik’le anlaşılmaz röportaj

Haberin Devamı

Son randevumuza yetişmek için yorgunluktan bitap, Design Museum’a doğru koşar adım yürüyoruz. Lapa lapa kar yağıyor. Tasarım üzerine yazılmış onlarca kitabı, Observer’da köşesi, üniversitede kürsüsü ve şimdi de anlaşılan müzesi olan, hem yazar, hem gazeteci, hem dekan, hem yönetici Dejan Sudjic ile hızlı bir konuşma yapıp ışık hızıyla otele geri dönmemiz ve valizlerimizi kaptığımızla havaalanına gitmemiz gerekiyor.
Nihat’ın yüzünden düşen bin parça. Böyle bir sıkı düzene alışık olmadığı gibi geceyi de uykusuz geçirmiş.
İkimiz de daha önce bu müzeye gelmiş değiliz. Gezecek, görecek, sindirecek vakit de yok. Kapıdan girip üstümüzü bile çıkarmadan üst kata; Dieter Rams’ın her birini kendi tasarladığı mobilyalarla döşeli oturma odasına çıkıyoruz. Dieter Rams, tasarım dünyasında son kırk yılın en büyüğü olarak selama durulan bir Alman tasarımcı ve onun müzede sergilenen oturma odası da elbette bizim için değil ama kırk yılda bir söyleşi veren konuğumuz şerefine açılmış. Çekimi o odada yapacağız.
Ben adamın bunca sıfatı olmasından fena halde tırsmış, habire soracağım soruların üzerinden geçiyor için için de inşallah asil İngilizler gibi yuta yuta konuşmaz, diye dua ediyorum. İçimi rahatlatan tek şey soyadı. Bir de Sir olmaması. Nihat yüzünde şu iş bir an evvel bitse de evimize gitsek ifadesiyle yanımda oturuyor. Ne düşünüyorsun diye sormama fırsat kalmadan, Mr.Sudjic’in etrafı asistan ordusuyla çevrelenmiş halde, hafif adımlar atarak bize doğru geldiğini görüyorum. Kalkıp yanına gidiyoruz. Yüzünde hiç değişmeyen garip gülümsemesi, hep eğik tuttuğu başı, ortadan ayırdığı tüy saçları, puantiye kravatı ve kan kırmızı çoraplarıyla ömrüm oldukça unutmayacağım Mr. Sudjic, elimizi sıkıp gözlerini kısarak neyin nesi olduğumuzu çözmek istercesine yüzümüze baktıktan sonra duyulur duyulmaz sesle bir şey soruyor. Ve odaya sessizlik çöküyor. Sen tut, ya kelimeleri yutar da söylediğini anlamazsam diye kork, başına daha beteri gelsin; adamın dediğini ne duy ne anla iyi mi
Benim İngilizcem Nihat’ınkinden kırık, belki o anlamıştır umuduyla dönüp ona baktığımda, onun da aynı çaresizlikle bana baktığını görüyorum. Bir de neden bilinmez, yüzüne aynı Mr. Sudjic’inki gibi garip bir gülümseme yerleştirmiş ve başını aynı onun gibi yana eğmiş. Öyle komik bir hali var ki, sinirim oynuyor. Gülmemek için kendimi zor tutup ekibe dönüyor soruyu anlayan var mı mealinde bir işaret yapıyorum. Hepsi aynı anda kafasını sağa sola sallayıp bir ağızdan ııhhh demez mi?
Kan kırmızı çoraplı yazar, gazeteci, dekan, müzeci Mr. Sudjik bakıyor ki ikimizde de çıt yok, sorusunu bir kez daha tekrarlamak zorunda kalıyor
Gene yuta yuta gene duyulur duyulmaz sesle.
Bu kez üçümüzün yüzünde aynı gülümseme. İlaveten, Nihat’la benim gözümde dehşet ifadesi.
Konuştuk mu sonunda? Valla konuştuk.
Peki anlaştık mı? Haşa. Sümme haşa...
Bundan böyle ölürüm de kimseye İngilizce konuşuyor musun diye sormam. Soracaksam anlıyor musun diye sorarım.
Kendini sınamak isterse de bir adet Dejan Sudjic kaseti yollarım.

Haberin Devamı

Londra’nın yükselen yıldızı Shoreditch

Londra aslında benim köşesini bucağını iyi bildiğim bir şehir değil. Orada yaşamadığım gibi, uzun uzadıya da kalmadım.
En fazla bir hafta.
O bir hafta içinde de Knightsbridge, Kensington, Soho, Notting Hill, Chelsea gibi semtlerde dolandım.
Bu kez Wallpaper Genel Yayın Yönetmeni Tony Chambers, altını çize çize önerdiği için vaktimizin önemli bir bölümünü Londra’nın yükselen yıldızı Shoreditch’de geçirdik. Shoreditch’i illa benzetmek gerekirse Galata’ya benzetebilirim. Kıpır kıpır, küçücük otelleri, minicik dükkanları, galerileri, antikacıları, kafeleri, pubları, hafta sonları kurulan pazarlarıyla gerçekten görülesi bir semt. Ortada elbette Church ayakkabılı adamlarla inci kolyeli kadınlar yok, ama hepsi birbirinden ilginç kıyafetleriyle kimi zaman insanın gözünü yuvarlarından fırlatan gençler var.
Shoreditch House, Boundry Otel ve eğer Santral istanbul’u görmemiş olsaydım küçük dilimi yutacağım kesin Wapping Project, bölgenin görülesi ya da bizim yaptığımız gibi kalınası mekanlarından. Boundry gerçekten çok hoş, her odası ayrı bir tasarımcı tarafından tasarlanmış, eşiğinden adım atıldığı anda insana kendini özel hissetiren bir otel. Otelin hemen yanı başında yer alan marketimsi kafe ve alt kattaki lokanta, şu an Londra’nın en gözde mekanları mesela. Wapping Project’e gelince... Desem desem kızıl saçlı bir sanatçının hayallerini gerçekleştirdiği büyülü bir sahne diyebilirim ancak. Santral İstanbul’cular da zaten restorasyon aşamasında bu garip mekanı sık sık ziyaret etmiş ve Wapping’in on parmağında on marifet sahibesinin önerilerini dinlemişler.
East End’i yükselen değer yapan sadece bu saydığım yerler değil elbet. Hepsini sıralamaya imkan yok. Ayrıca yağma da yok. Gerisi programda çünkü.

Haberin Devamı

Gözüme ilişen dekorasyon mağazası

Dekorasyon yaptığım yıllardan kalma alışkanlıkla, ne zaman ev eşyası satan bir dükkan görsem durur, ilaçlı kağıda yapışan sivrisinek misali vitrinine yapışırım. Eskiden ağzımın suyu da akardı, çünkü Avrupa’nın en kıytırık şehrindeki en gösterişşiz dükkanda satılan sıradan bir mal bile bizde bulunmazdı. Köprülerin altından çok su aktı elbet. Şimdi ağzımın suyunu akıtan şey başka. Nihat’la gene sabahın körü kalkmış, daha gözümüzü açmadan kendimizi sokağa atmışız. Hava buz, vakit dar, bitirilecek koca bir çekim var, hızlı hızlı yürürken gözüm vitrininde harika bir mutfak sergilenen kocaman mağazaya ilişiyor. Nihat da mırın kırın etmiyor, iki dakikalığına içeri giriyoruz. Küçük mekanlar için düşünülmüş dolap mutfaklar, kalabalık aileler için uzun masalar, uzay çağı tezgahları, şarap kasaları hangisine baksa insanın iştahı açılıyor. Biraz dolaşıktan sonra Nihat, karşılaştığı birini nereden tanıdığını çıkaramayıp sonra birden hatırlayan insanların sesine sinen heyecanla bana dönüp yahu bunların hepsi Nişantaşı’nda da var diyor.
Var tabii diyorum, onlar da Bulthaup bunlar da. Peki nesine bakıyorsun diye sorunca, nasıl sergilediklerine, diyorum.
Zurnanın zırt dediği yer işte bu.
Mal kadar, o malın nasıl sergilendiği de önemli ve adamlar bu konuda gerçekten harikalar. Bu çiçekçi dükkanı için de geçerli, kırtasiyeci için de, manifaturacı için de... Keşke Bulthaup da şimdi olduğunun iki katı bir mağazaya taşınsa ve masalardan birinin üstünde sıra sıra Alev Ebuzziya çanakları dursa. Yeminle mutfaklarının önünde duran sıfat değişir. Müthiş gider, yerine şahane gelir, diyordum ki bir rastlantı eseri mağazanın Nişantaşı’nda iki katlı yeni yerine taşınacağını öğrendim. Ne diyeyim harika! Darısı herkesin başına.

Yazarın Tüm Yazıları