İnsanlar gibi hastalıkların da azılısı olur ya, bundan yıllar önce bir arkadaşım da küçük dilinden gözbebeğine kadar yayılan azılı zona yüzünden gittiği doktardan elinde ilaçlar ve ömür boyu kulağına küpe olacak bir nasihat ile çıktığını anlatmıştı.
Ona, mutlak istirahatle üzüntüden, sıkıntıdan uzak durmasını tavsiye eden doktorun, peki bunu nasıl yapmamı önerirsiniz sorusu karşısında teklemeden, bu süre içerisinde eliniz gazetelere değmesin ve gözünüz mümkünse televizyonda sadece çekirgelerin çiftleşmeleriyle Semerkand’ın mavi kubbeli medreseleri üzerine yapılmış belgesellere ilişsin dediğini anlatmıştı. Belli ki adamcağız bütün yüreğiyle, dünyayı saran son bela stres adlı illetin medya yoluyla bulaştığına inanıyordu. Nasihat dediğin edilir, alınır, verilir de tutulur mu? Her zaman değil. Nitekim arkadaşım da gerekli ilaçları almış ama onlar kadar elzem nasihatı tutmamıştı. Daha doğrusu tutmuştu da, bir iki gün. Sonrası eski tas eski hamam.
Bugün bile belli aralıklarla nükseden zonasının virüs değil de gazeteler yoluyla bulaştığına inanması da zaten bundan.
Tekneyken nasıl mutluydum. Ne gazete ne televizyon ne de Türkiye’de neler olup bittiğine dair bir haber. Ne zaman ki Yunanistan karasularından çıktık ve Bozburun yakınlarındaki Dirsekbükü’nde demirledik, olanlar oldu.
Gene sabah.
Gene erken.
Gene koyu kahvemi içmiş, gene yüzümü yıkamak için denize girmişim.
Koy o kadar sakin, deniz o kadar çarşaf ki uzaklardan belli belirsiz gelen pancar motorunun sesi bile ahengi bozmuyor.
Bozmak ne kelime, tamamlıyor.
Ufuktaki pat patlar yaklaşıp durdu.
Başımı sudan kaldırıyor, bizim tekneye yanaşmakta olan mavi-beyaz sandalı görüyorum.
Yüz, yüz elli, iki yüz, iki yüz elli, üç yüz, üç yüz elli kulaç.
Yüz yıkaması yeter, dönüyorum
O ise sabırlı, elindeki eprik ipi teknenin kıçındaki çelik babaya bağlamış bekliyor.
Selamınaleyküm.
Aleykümselam.
Gülünce ön iki dişinin yerinde kara bir boşluk olan kır saçlı adam, kendini tanıtıyor: Adım Memet.
Tekneye çıkmadan sandalın çevresinde son kulaçlarımı atıp, merhaba Mehmet, diyorum.
Adını Mehmet diye telaffuz etmeme içerleyip, asık yüzle düzeltiyor: Hesi yok, Memet.
Baydur’u düşünüp gülümsüyorum, nasıl da uğraşırdı aradaki H harfiyle.
İnsanların durduk yerde adına varolmayan bir harf eklemelerine nasıl da sinirlenirdi.
Hele o D yok muydu o D.
İnce Memed’in akıllara kazıdığı o D.
Hem aradaki H harfini hem sondaki D’yi bugün bile gözümün önünden gitmeyen o müstehzi gülümsemesiyle düzeltir, bunca okumuş yazmış olduğuna göre adının da Çukurovalı roman kahramanı gibi olması gerektiğine inananlara kalın camlı gözlüklerinin daha da muzip kıldığı miyop bakışlarıyla bakar ve yüzünü çarpıtarak hayır derdi: Memed değil, Memet.
Ahh Memet, canım Memet.
Sandalında peştamal, oya, oyalı peştamal, ocaktan yeni çıkmış bazlama ve o sıcak bazlamalara inat köşeye iliştirdiği derin dondurucuda dilini döndürüp de söyleyemediği çeşit çeşit Algida ile kahrolasıca günlük gazeteleri satan Memet’e gözümde biriken yaşlara rağmen gülümsüyor, güneşten şahrem yüzüne bakıp "Ne fark eder ki Allahaşkına diyorum, ha Mehmet ha Memet, ha Memed, eninde sonuda hepsi Muhammed’den gelmiyor mu"?
Memet, sabahın köründe uyumak varken kulaç sallayan, üstelik adında H yok dedi diye gözleri dolan bu zirzop kadını ciddiye alsın mı almasın mı, basıp gitsin mi kalsın mı bilmez, ikircikli bakışlarla yüzüme bakarken, sandalına yığdığı ıvır zıvırdan birine uzanıyor ve üzerinde siyah baskılar bulunan cam göbeği mermerşahinin fiyatını soruyorum.
Bakışlarındaki tereddüt yerini siftah iştahına bırakıyor.
Ucunu tuttuğum kumaşa şöyle bir göz atıp, "pereo" diyor, on beş lira diye eklemeyi unutmadan.
Yüzümü yalayıp geçen gülümsemeden huylanıyor.
Madem satıyorsun diyorum, madem yemeni demek yerine pereo diyorsun, öğren bari, doğrusu pereo değil, pareo.
Ha pereo ha pareo ne farkeder, der gibi omuz silkiyor.
O zaman ha Mehmet ha Memet diyor, kimilerinin adına eklediği H’yi niye dert edip düzelttiğini soruyorum.
Ne cevap vereceğini bilmez bıkkınlık dolu bir sesle "Alışkanlık işte" diyor.
Ver o zaman bütün günlük gazeteleri diyorum."Alışkanlık işte" diyerek.
Hürriyet, Milliyet, Sabah, Takvim, Posta, Akşam, Fotospor, Fanatik, Yeni Şafak, Radikal ve Vatan’ın tutarı camgöbeği pereo tutarını tutmadığından olsa gerek Memet’in yüzü asık.
O camgöbeği pereoyu da ver dediğimde yüzüne günlük rızkını çıkarmış adamların gevşek, dertten azade gülümsemesi yayılıyor.
Dertten azade olmanın on küsur gazete ve bir adet camgöbeği mermerşahi satışı demek olduğu dünyaya nasıl imrendiğimi bir bilse.
Gülümsüyorum.
Gülümsüyor.
Eprik halatı çözüyor...
Pat patlar uzaklaşıyor...
*
Dudağımdaki kıvrım gözüme ilişen ilk manşetle soldu.
Ortalık bıraktığım gibi toz duman.
Almanya’da bir dava açılmış, Kızılay’a rakip olduğunu ve yoksula yardıma koştuğunu söyleyen Deniz Feneri adlı bir dernek memleketten uzakta, Almanya’da yaşayan müminleri dolandırmış, topladığı paraları yoksullara dağıtacağına yandaşlarına dağıtmış, işin kokusu gene bu topraklardan uzakta, Almanya’da çıkmış, dava açılmış, Alman bilirkişiler, savcılar mahkemeye deliller sunmuşlar, davanın üçüncü duruşmasına gelinmiş, ortaya gak guk eden maşa sanıklarla ipini çektin mi muktedir kodamanlara varacak ifşaatlar saçılmış, adına bir takım medya denen kimi gazete ve televizyonlar bu olayı duymuş, o gazetelerde sütunu olan kimi kalemler yememiş içmemiş yazıya durmuş, yazılanları okuyan başbakan kudurmuş, suçlayanın Alman makamları olduğunu unutup çıban başı bellediği medya patronu ile susarsan susarım pazarlığına oturmuş, bağırmış, çağırmış, tehdit etmiş, gözdağı vermiş, okul açılışıymış, grup toplantısıymış fark etmeksizin parmak sallamış, köpükler saçmış.
Vay ki vay.
Aklıma gene, her zamanki gibi, Alan Patton’un Ağla Sevgili Yurdum lafı geliyor.
Onu zonacı doktorun arkadaşıma verdiği tavsiye izliyor: Zonadan depresyona isilikten egzamaya hatta ve hatta böbrek taşından kalp sekmesine hastalanmak istemiyorsan eğer, gazetelere elini sürme, televizyonda çekirgelerin çiftleşmelerini izle!
İlk sayfaları atlayıp spor sayfalarına göz atmaya niyetleniyorum. Olmuyor.
Eylül güneşi yükselip ensemi yakmaya başlarken gazete okurluğunun da bir tür bağımlılık olduğunu keşfediyorum.
Tez elden kurtulunması gereken bir bağımlılık.
Sümsük, kurnaz, hacı, hülleci, kemikli, kemiksiz, yetenekli, kifayetsiz, doğru dürüst, güvenilir, güvenilmez, kadın, erkek, ne kadın ne erkek, genç, gencimsi, hoppa, hoppala... derken HD ustanın deyişiyle yığınla köşe kadısının bizden çaldığı zamanı düşünüyorum.
Öfkeyle.
Biraz sakinleştikten sonra eninde sonunda onların bizden çaldıkları, zaman, diyorum.
Adamına göre ya sabah ya ikindi ya akşam hepi topu bir iki saat!