Paylaş
İki gazeteci yan yana gelmeyegörsün hemen politika konuşmaya başlarlar denir ya, yalan.
Politikanın p’sini konuşmadılar iki gün boyunca. Varsa yoksa hayat..
İnceliği, önceliği, getirip götürdüğü...
Hararetli konuşmalara serpiştirilen nasihat niteliğinde bir- iki cümle, “İnsan gün gelir aldığı zevkten sıkılır ama verdiğinden sıkılmaz” mealinde bir- iki şahane alıntı.
Günde üç değil, otuz üç kez ortaya atılan “şimdi ne yesek, ne içsek” sorusu..
Bir de hasır şapkaları takar takmaz ruha sinen Muhteşem Gatsby olgusu..
DOĞUŞTAN GATSBY
Tiril keten pantolonlarla uyumlu renkli keten atkılar, ala fortan foni gözlükler, panama şapkalar derken resmen Gatsby olup çıktı dünün Yemen gezgini, nehir kenarı dervişi, tavşan kardeşi…
Diğerinin şapkaya ihtiyacı yok, o zaten doğuştan Gatsby.
Peki ya biz?
Bendeniz topal ördekle, yolculuğun iyi geçmesi için çırpınan Şila?
Biz de kendimizce giyindik süslendik velakin... Beyhude çaba!
Bırak herhangi biri olmayı, burnumuzu bile kendi çemberimiz dışına çıkaramadık.
Sen misin oynamayan?
Fotoğraftan bile oyup attılar bizi... İyi mi?
Yok hakkını yemeyeyim, Güneri Civaoğlu yapmadı, Ertuğrul Özkök’ün aklına geldi fotoğrafı doğramak. Telefonuna bir uygulama indirmiş, fotoğrafları kesip biçiyor, çerçeveliyor, renkliyi siyah-beyaza, hatta dönemin ruhunu daha iyi yansıtır diye sepyaya çeviriyor, o yaptı bu melunluğu.
Uygulamayı denemek için olsa bir şey demeyeceğim de değil....
Kendini en çok tek başına çektirdiği onlarca karede değil, İspanyol tenisçiyle çektirdiğimiz grup fotoğrafında beğendi ya o yüzden attı bizi fotoğraftan.
O an karar verdim.
Kızım dedim, istesen de Gatsby’i alt edemezsin, uğraşmaya kalkma, beceremezsin. Ancak Gatsby de kurgu kahraman... İntikamın acı olsun istiyorsan eğer kurguyu bırak kurgulayana bak.
Yazarı kim bu Muhteşem Gatsby’nin? Fitzgerald.
Kim gelmişti peki Fitzgerald’ın hakkından? Zelda.
Zelda kimdir, ne yapmıştır, hayatı yazarın burnundan nasıl fitil fitil getirmiştir, bunu en iyi kendi bilir.
O zaman tamaaam!
Sen misin fotoğraftan oyan bizi?
Hele bekle.
Ne demişler...
Soğuk yenir intikam yemeği...
Şaka bir yana Façonnable’ın davetlisi olarak gittiğimiz Monte Carlo’da harika bir 48 saat geçirdik hepimiz..
Daniel Behar, Şila Gök, Güneri Civaoğlu, Gatsby, bir de topal ördek bendeniz.
Gitme nedenimiz Rolex’in ana sponsoru olduğu Monte Carlo Rolex Masters Tenis Turnuvası’ndaki yarı final maçlarını izlemek.
Façonnable da aynı turnuvanın alt sponsorlarından biri.
Monte Carlo Masters Serisi belki bir Rolland Garros ya da Wimbledon değil ama Avrupa’daki ilk ayak olması açısından önemli bir turnuva. Üstelik izleyeceğimiz çeyrek final ve yarı final maçları turnuvanın en güçlü raketleri tarafından oynanacak. Yani ahir ömrümüzde ilk kez sekiz yıldır şampiyonluğu kimseye kaptırmayan İspanyol Nadal ile kortların yeni yıldızı Sırp Djokovic’i televizyondan değil, kort kenarından izleyeceğiz. Daha da önemlisi o havayı soluyacağız.
Meraklısı zaten maç sonuçlarını biliyordur, Nadal bu kez sıçrayamadı ve kupayı Sırp raket kaptı, maçlar soluk soluğa geçti, vs, vs...
SPORUN TEMSİL ETTİĞİ TÜM DEĞERLERMonaco’daki Türk gazeteci ekibi olarak İspanyol tenisçi Fernando Verdasco ile birlikte fotoğraf çektirdik. Özkök (ortada), bizi bu fotoğraftan attı.
Ama bu deneyim bana hangi spor dalı olursa olsun bir karşılaşmayı televizyondan izlemekle yerinde görmek arasındaki farkı gösterdi. Bundan böyle yollara düşüp maçlara gidenlere ne burun kıvırır ne göz devirir ne tek laf ederim.
Bu turnuva bir şeyin daha farkına varmamı sağladı aslında: Tamam, maç izlemek ayrı heyecan ama o heyecanı katlayan da içinde bulunulan o ortam.
Şehrin her yanına asılı afişlerde kullanılan resimden tutun kortları çevreleyen sponsor çadırlarına, o çadırlarda yenilen yemeklerden içilen şaraplara, insanların şıklığından akordeonlu sokak çalgıcılarına kadar her şey o kadar birbiriyle ahenkli ki insan sadece maç izlemekle kalmıyor, o sporun temsil ettiği bütün değerleri derisinde hissediyor.
Bizim ülkede sponsorluk nedense aslanın ağzındadır.
Oysa bir markanın kendini doğru konumlandırmasının en etkili ve kestirme yolunun, gene doğru yapılan sponsorluk anlaşmaları olduğunu düşünüyorum ben.
İşte Façonnable mesela...
Böyle bir etkinliğin sponsorluğunu üstlenerek öyle bir iş yapmış ki ayrıca kendini anlatmasına gerek kalmamış. Sponsorluk işi kadar böylesi spor karşılaşmalarının şehrin uzak köşelerine konuşlanmış sahalarda değil şehrin göbeğinde yapılmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Şehir o etkinlikle soluyor o zaman.
Maçlar bitiyor ama etkinlik, onun yarattığı heyecan maç bitiminde de devam ediyor.
Güneri Civaoğlu Formula 1 yarışları için söyledi. Ne kadar haklı...
Biliyorsunuz Monte Carlo’daki yarışlar şehrin içinde yapılır. Bizde de eğer pist İstanbul’un o ücra noktasına yapılmasa ve yarışlar diyelim iki gün boyunca Boğaz güzergâhında olsa, ve yarışların yanı sıra gerçekleştirilecek etkinliklerle büyülü bir aura yaratılsa, böyle bir hüsranla mı biterdi o girişim? Sadece dükkân açılışlarını bile kaçırmayan birkaç İstanbullu simayla mı sınırlı kalırdı izleyici kitlesi? Dünya akardı buraya... Dünya kadar para bırakmaya...
Katıldığımız gala yemeğinin de o auraya etkisinin olduğunu düşünüyorum mesela..
Bin kişilik bir yemek ..
Prens Albert ve konukları eski dünya şampiyonu tenisçiler, soyadı Medici olan aile bireyleri ön masada, dünyanın dört bir yanından gelmiş konuklar diğer masalarda, şahane bir gala yemeği.
Bizim devletlilerimiz gibi öylesine gelmemişti belli ki oraya prens, bir görünüp kaybolmadı.
Bu turnuvanın Monaco ekonomisine katkısının boyutu nedir elbette bilemem.
Ama bu küçük prensliğin böylesi etkinliklerle servetine servet kattığını, hayli küçük ve hayli sevimsiz bir şehir olan Monte Carlo’nun tam da bu yüzden dünya zenginlerinin çekim merkezi haline geldiğini biliyorum.
Türklerin de...
Ne kadar çok Türk’e rastladık anlatamam.
Şaştık kaldık...
Paylaş