Paylaş
Yazıldı çizildi, okumuşsunuzdur. Bir avuç gazete yazarı ‘Bir Nefeste Londra’ gezisi kapsamında Londra’ya gittik. Bir nefeste miydi bilemem ama 48 saatlik gezinin nefes nefese geçtiği kesin.
Daveti aldığımda ne davet edeni tanıyordum ne de davet nedenini biliyordum. Londra Tasarım Haftası lafı yetmişti de artmıştı yorucu geçeceğini adım gibi bildiğim geziye bir an bile düşünmeden “katılırım” dememe.
Londra’nın şu aralar Olimpiyat telaşına düştüğünü, hummalı yenileme çalışmalarından ötürü yollarının delik deşik, trafiğinin felç olduğunu bilmez değildim. Temmuz ayında çektiğimiz çileyi henüz unutmamıştım ama Londra Tasarım haftası gibi çok duyup hiç görmediğim bir etkinliği de kaçıramazdım.
“İyi ki heves kuşum durmadan dönüyor”, dedim gezi bitimi eve dönerken. İyi ki yolculuk öncesi pasaport telaşının yorgunluğu galebe çalmadı. İyi ki geziye katıldım.
Londra Tasarım Haftası’nı bir kalem geçiniz dee... Erden Timur’u tanıdım.
İki saatlik bir uykuyla sersem sepelek uçağa yetiştiğimde, aklımda uyumak dışında bir şey yoktu ne yalan. Koltuğuma oturayım ve oturur oturur oturmaz da derin bir uykuya dalayım isteği... Öyle de yaptım.
O yüzden de ne bizimle yolculuk etmekte olan, uzun süredir görmediğim bir güzellikteki genç kadını ne de onun alçakgönüllü, handiyse utangaç kocasını fark ettim ilk bakışta. İnişte, otobüsün gelmesini beklerken Berna Naipoğlu tanıştırdı genç çifti: Emine ve Erden Timur. Nef’in genç patronuyla eşi.
Tamam başarılı bir sürü genç insan var tanıdığım ama karşımda duran fazlasıyla genç gözüktü gözüme. Belki de Emir Yargıcı gibi şanslı bir yıldız altında doğmuşlardandır diye, çaktırmadan Fem’e (Güçlütürk) yaşını sordum. Yirmi dokuz, dedi.
Yirmi beş bile vermezdim ama yirmi dokuz da geldiği konum için inanılmaz. O gün öğle yemeğinden sonra W Hotel’in konferans salonunda kendisini dinlerken şaşkınlığım ona katlandı desem, yeri.
Olsa olsa baba işini başarıyla sürdüren bir gençtir, diye düşündüğüm Erden, baba işini sürdürmekle kalmayıp genişleten, sıradanla yetinmeyip gözünü en iyiye diken, hayallerine dikenli tel çekmeyen, Lord Norman Forster gibi dünyanın en iyi mimarlarını etkileyip ortak iş yapmaya ikna edecek projeler geliştiren ve çıtasını dünyanın en iyisi olma hedefine yükseltmiş biriymiş meğer.
KLASİK PATRONLARI UNUTUN
Patron denilince akla gelen ne varsa, lacivert elbiseden tutun da ses tonuna, o tona sinen kibire, gizlenmesi mümkün olmayan böbüre, elde olmadan atılan yukarıdan bakışlara... Hepsini fırlatın atın: Erden onlardan değil. Bana sorarsanız patron bile değil zaten.
O Tarsus Amerikan Koleji’nden tanıdığı yakın dostlarını bir hayal çevresinde toplamayı başarmış, ekip ruhunun ne demek olduğunu kavramış, gönülden arzu edilene sonunda ulaşılacağına inanmış, hep bir numaralarla çalışmak isteyen, hevesli, çalışkan, bilgili, büyük düşünen ve işini para kazanmak için değil insanları mutlu etmek için yapan biri.
Bu yazdıklarımı okuyunca kızaracaklardan... Keşke benden değil de işimden söz etseydi, diye hayıflanacaklardan...
Norman Forster’ın genç ortaklarından birinin de katıldığı konuşmanın bitiminde, Nef’in İstanbul’da halen inşaatı sürmekte olan projelerini dinledikten, önümüzdeki günlerde yapacaklarını öğrendikten sonra ağzım bir karış açık karşımda duran ve “Ben aslında iyi konuşamam” diye özür dileyen genç adama bakıyor ve keşke kendisinden yüz tane daha olsaydı, Türkiye bu gün olduğundan daha da iyi bir yerde olurdu, diye düşünüyorum.
Ertesi sabah ilk işimiz Earl Court’taki ‘Yüzde 100 Design’ sergisine gitmek... 17 yıldır yapılmakta olan Tasarım Haftası’na ilk kez davet edilen inşaat firmasıymış Nef. Yanlış anlaşılmasın, ilk kez Türkiye’den davet edilen değil, dünyadan da ilk kez davet edilen firma...
Sergi o gün katılımcılarla basına açık sadece. Ertesi gün ziyaretçilere açılacak ve muhtemelen dolup dolup taşacak. O yüzden şanslıyız. Londra’daki fuara ilk gelişim ama bu tür sergileri bilirim.
Ayağa kara sular iner, açılıştan kapanışa kadar o stant senin bu benim dolaşır yine de sergilenen ürünlerin yarısını göremeden ayrılırsınız. Bir de kalabalıkla boğuşmak gerekir, kimi ilginç işlerin önü o kadar kalabalık olur ki insanları yarmanız, kafanızı koltuk altlarından uzatmanız gerekir bazen...
Mecaliniz kaldıysa bir hamle yapar, kalmadıysa vazgeçersiniz. Bildiğim, gezdiğim fuar alanları, ki başta Maison & Objets gelir, işte böyle bir yerdir. Dolayısıyla da dolaş dolaş bitmeyecek bir yere gittiğimizi düşünürken, hallice bir salona girdiğimizi görüp huylanıyorum.
Belki ‘az ama özdür’ diye kendimi avutmaya çalışıyorum bir süre... İlk stand Çağlayan’da daha çeşitlisini göreceğiniz kapı kulpları gibi ürünlerin sergilendiği bir yer. Yandaki halıcı, onun bir yanı duvar kağıtçı. Tasarım fuarı mı bu, yoksa yapı fuarı mı düşünürken karşıma Nef’in standı çıkıyor.
DİLE GELEN BİR BİNA
Dev trombonlar, saksafonlar, trompetleri andıran müzik aletleri ve onları birbirine bağlayan pirinç borular... O kadar çarpıcı ki, önce o borulardan şehir uğultusunu çağrıştıran seslerin geldiğini duymuyorum. Gelen giden bizim standın önüne mıhlanıyor. Fotoğrafçılar, tasarımcılar, organizatörler... Hepsi sergilenmekte olanın ne olduğunu anlamak istiyor.
Ne olduğu anlatılınca da bir an duraksıyor, sonra da hayran olunacak bir iş diye stanttakileri birer birer tebrik ediyor.
Göğsüm kabarıyor.
Derken Sebastian ile tanışıyoruz... Bir gece önce saat ona kadar fuar alanını mesken tutan Yeşim ve Nef’in çalıştığı tasarımcılardan Alper Görür ile bir de. Sebastian, New York’ta yaşayan Fransız bir tasarımcı-müzisyen.
Erden, betonun bile elli yıllık bir ömrü olduğunu düşünüp yaptığı binaların kendilerine özgü seslerinin olması gerektiğine hükmettiğinden, gidip Sebastian’ı bulmuş. Bu kendine özgü genç Fransız’a “Bir bina sence nasıl dile gelir?” diye sormuş.
O da yememiş içmemiş düşünmeye başlamış.
Yapıldığı yıllarda seveni kadar nefret edeni de bol, Paris’teki ünlü Modern Sanat müzesi Beabourg’un cephesini saran borular gelmiş aklına. Pırıl pırıl pirinç borular, çatıdan girişe kadar binayı sarmalayacak; yerleştirilecek mikrofon ve ışıklarla binadaki hayatı işitsel ve görsel olarak dışa yansıtacaklarmış. Oturmuş çizmiş. Müzisyen olduğu için müzik aletleri olarak tasarlamış eserini. Dijital olarak kaydettiği sesleri borulardan geçirmiş ve seslerin etkilerini yitirmemeleri için ses mühendisleriyle işbirliğine gitmiş. Ve çizimi getirip Alper’e teslim etmiş.
Şişhaneli ustaların elinden çıkmış işte, adına ne demem gerektiğini kestiremediğim bu enstalasyon. Binaların sesi nasıl olur diye, bir gün bile düşünmemiş benim gibi biri için gerçekten müthiş bir iş karşımda duran. Kendimi tutamıyor, “Helal olsun çocuklar size” diyorum.
Erden’in tasarım tutkusunu anlamak için onunla iki dakika konuşmak yetiyor da artıyor aslında. Yaptığı binaları sadece bina olarak görmeyen, hayatımızın büyük bölümünü geçirdiğimiz mekanlara farklı bir boyut katan, orada yaşayacak insanların kendilerini özel hissetmeleri için tasarımın gücünden yararlanan biri o. O yüzden de bütün projelerinde tasarımı öne çıkarıyor ve insana parmak ısırtacak işler yapıyor.
Ben tam bunları düşünürken biri gelip, gelecek hafta Paris’te açılacak bir fuara katılıp katılamayacaklarını soruyor. Başka biri gelip, birlikte otel yapar mıyız diye yokluyor. Bir kez daha göğsüm kabarıyor. Ondan da bu beklenirdi zaten, diyorum kendi kendime. İlk kez katıldığı fuarın gözdesi olmak. Ve daha ilk gün böyle davetler almak. Boşuna etkilenmedim bu utangaç gençten...
Hiç kimsenin aklına gelmeyen daha çoook güzel bir proje bekliyorum kendisinden.
LONDRA’DAN SON HABERLER
Londra’da belki iki gün kaldık ama yeminle ayak basılmadık sokağını bırakmadık.
Özellikle Deniz Alphan, Sibel Baykam ve ben.
Tabanı yanmış gibi oradan oraya seğirttik durduk.
Müzeler de nasibini aldı bu koşturmadan, lokantalar da, dükkanlar da bit pazarları da...
İlk gün öğle yemeği Spice Market’teydi. Acılı, bol acılı Uzakdoğu esintili bildik Spice Market’ta son gün et yemeği.
Jean George fazla bir değişiklik yapmamış diye düşünüyorum mönüye bakarken, ama önüme konan her şeyi de silip süpürüyorum.
Akşam Sanderson Otel’in gene Uzakdoğu esintili lokantasındayız. Sanderson her zamanki gibi kalabalık ama bana müritleri değişmiş gibi geliyor. Bir zamanlar Kate Moss’la burun buruna geldiğin barda şimdi iri gagalı birileri oturuyor mesela. Lokanta çok uğultulu olduğundan mı, öğlen füzyona doyduğumuzdan mı neden bilmem yemekten sonra oyalanmıyor, otelimize dönüyoruz.
İkinci gün malum fuar. Öğle saatlerine doğru fuarın her köşesini görmüş olarak Earl Court’tan çıkıyor ve Saatchi Galerisi’ne gidiyoruz. Galerinin kafesinde harika bir yemek yiyor ve kendimizi sokaklara vuruyoruz. Yazdan kalma bir günde soğuk kış habercisi vitrinlere bakmaktan sıkılıyor, Covent Garden’a gitmeye karar veriyorum. Sonra Soho sonra Chinatown...
Otele döndüğümde ayaklarımı hissetmiyorum...
Akşam Jamie Oliver’ın üç ay önce yer ayırtmadığınız takdirde asla yer bulamadığınız son lokantası Barbecoa’ya gideceğiz.
Üç ay önceden yer ayırtıldığına bakılırsa, orta ölçek bir lokanta olmalı diye düşünüyor ve 200 kişilik hangar gibi mekanı görünce şaşırıyorum.
Hangar gibi ama tek boş sandalye yok.
Kocaman deri kanapeler, açık mutfak, mutfağı boydan boya kaplayan dev bir ızgara ve üzerinde her biri beş parmak kalınlığında cızır cızır etler. Kokunun k’sini ara ki bulasın... Nasıl bir havalandırmaysa artık?
Olur da gidecekler varsa, önden gelen ve her biri ayrı leziz atıştırmalıklara fazla yüz vermeyin derim.
Et gerçekten hayran olunacak cinsten. Tabakta kalmasın, ardınızdan ağlamasın...
Son günümüz artık.
Sabah Portobello’ya gidilecek, öğleden sonra uçağa binilecek.
Paylaş