Geçen hafta yazdığım Paris taksilerinden ve burunlarından kıl aldırtmayan Paris şoförlerinden söz eden yazıyı bitiremeden, gün içinde birkaç kez arayıp telefona çıkan garip aksanlı adamcağızı taciz etme pahasına yarı minnet yarı şikayet yüklü sesle gelip gelmeyeceğini sorduğum taksi kapıya dayandı bile.
Bilgisayarı kaptığımla kendimi dışarı attım. Yolum uzun. Gözümü korkutan evle Charles de Gaulle arası değil. O sürse sürse bir saat sürer. Ama ondan sonra beni bekleyen bir on dört saat var ki düşünmeden edemiyorum. Balık istifi yapacağımızdan emin olduğum yolculuğun çilesini, gideceğim yeri düşleyerek hafifletmeye çalışıyorum. On dört saat sonra yağmuru çamuru, soğuğu ayazı ardımda bırakacağım. On dört saat
sonra güneşe, sıcağa, yaza ve insanı güzelliğiyle sersemlettiği söylenen şehre varacağım. Yıllardır gitmek isteyip, vakit nakit adı her neyse artık, bir yokluktan ötürü becerip de gidemediğim; okuduğum bir satırla, dinlediğim bir şarkıyla yoldan çıkmaya hazır olduğum halde yola çıkaracak bahaneyi bulamadığım için düşlemekle yetindiğim yere. Yanık tenli, yanık sesli insanların şehrine... Ninni yerine geceyi bölen bandeneon sesleriyle uykuya dalanların, hayata kuytu sokaklarda dans ederek tutunanların, yaşama, şehvete, aşka olduğu kadar acıya, ölüme, yıkıma da bir o kadar aşina olanların vatanına... Dillerinin ucunda sinek varmış gibi heceledikleri güzel havalar diyarına... Arghentina’ya. Sonunda...
Geçen Temmuz ortalarında Lulu, gözünde muzip bir pırıltı ile bana bir şey soracağını söylediğinde, reddedemeyeceğim bir teklifle karşı karşıya olduğumu sezdim. Teklif basitti: Kış ortasında birlikte saptayacağımız bir tarihte onunla Arjantin’e gider miydim, gitmez miydim?
Yol uzundu.
Gidildi mi en az iki haftalığına gidilmeliydi.
Oradaki Türk büyükelçisi ve eşi, benim de tanıdığım eski dostlardı.
Sefarette kalacak, Buenos Aires’i tanıyacak, canımız çekerse komşu ülkelere uzanacak, lafın kısası kış ortasında iki haftalık yaz kaçamağı yapacaktık.
Ama iyice düşünüp cevabımı öyle vermeliydim. Yarı yolda bırakılmaktan hoşlanmazdı, bırakacak olursam yemini var başıma dünyayı yıkardı.
Bir an için aklımdan balığın ve misafirin üç günden fazlası kokar diyen Çin atasözü geçtiyse de, yıllardır hayali gezilerimin baş köşesine kurulan şehri sonunda görebilecek olmanın cazibesi ağır bastı.
Eveti yapıştırdım.
Ve ne yalan, kendi nazarım değer diye her şeyi Lulu’ya bıraktım.
Tarihleri o saptadı, güzeller güzeli Işıl’la o yazıştı, en ucuz biletleri o ayarladı.
Bana kala kala onu izlemek kaldı.
Aktarmasız tek uçuş Air France ile olduğundan Paris’te buluşmayı kararlaştırdık.
Paris yolculuğumun nedeni de zaten bu.
Buenos Aires uçuşu, okyanus ötesi diğer uçuşlar gibi gece yarısına doğru.
Beklediğimin aksine yollar açık, neredeyse yarım saat içinde Charles de Gaulle’e vardık.
Tek umudum elimdeki millerle biletimi ekonomi sınıfından bir üst sınıfa atlatıp rahat bir yolculuk yapmak, ama konuştuğum herkes uçağın dolu olduğunu ve üst sınıfta bir kişilik bile boş yer bulunmadığını söylüyor.
Son dakikaya kadar bekleyip şansımı denemek istiyorum, ama sivri burunlu Air France çalışanının acı gerçeği bir kez daha söylemesiyle kaderime razı, uçağın yolunu tutuyorum.
On dört saatlik kabusun bir an önce sona ermesini dilemekten başka seçeneğim yok.
Son umudum sakinleştirici.
Kurtarırsa beni o kurtarır.
Yemeğimi yedim, mucize hapı içtim, gözlerimi kapadım ve Buenos Aires havaalanı için alçalıyoruz anonsu ile birlikte uyandım.
Havaalanından çıkar çıkmaz burnuma şehrin ağdalı kokusu çarpıyor: Manolya, ıhlamur karışımı bir koku bu.
Sonraki günlerde bu kokuya yeni biçilmiş çim, Rio del Plata’dan yükselen yosun, ocakta tüten et, teneke mahalleleri saran yoksulluk, tangoya karışan ten, briyantine bulaşan ter, futbola musallat hırs, Mayo annelerine özgü gözyaşı kokusunun da karıştığını görecek, bundan böyle her Arjantin dendiğinde burnuma buram buram bu kokunun geleceğini bileceğim.
Bizi fazla uzun, fazla geniş Libertador Caddesi’nden geçirip on beş gün boyunca kalacağımız rezidansa doğru götüren arabamızın içi sessiz.
Ne Lulu’da, ne bende tek kelime edecek mecal yok.
Şehrin sesi, kurşun geçirmez camların ardında.
Oysa yere sarkan dallarında tuhaf kuşların zıpladığı egzotik ağaçlarla dolu parkların, beş kişiden oluşan küçük müzik gruplarının köşe başlarını tuttuğu ferah sokaklarla örülü mahallelerin arasından geçiyoruz.
Şehrin sesini, dinlenip kendimizi sokaklara vurduğumuz akşam saatlerinde duyacağız ilk kez.
Genizden gelen sisli bir ses bu: Büyüyüp genişleyen şehrin ortasında bu gelişme hesaplanmadan yapıldığı için boynu bükük kalmış havaalanından, dakika başı kalkan uçak seslerine yaprak hışırtılarının, uzaklardan gelen ve aşktan söz ettiğine kalıbımı basacağım şarkılara şuh kahkahaların karıştığı boğuk bir ses.
Boğuk ve terbiyeli.
Ağıtlara, naralanmalara, patlamalara alışık kulağıma ezgi gibi gelen, ömrüm oldukça kulağımdan gitmeyecek, her Arjantin dendiğinde içimi delecek bir ses.
Kokusu, sesi olur da rengi olmaz mı?
Şehrin bir de rengi var tabii.
Buenos Aires’in rengi cilasız gümüş rengi.
Rezidansın bulunduğu mahalle, eski zengin ailelerin şu ya da bu nedenle satmak zorunda kaldıkları malikaneler ve onları çevreleyen geniş parklarla dolu Recoleta adında sakin bir mahalle.
Yolculuk mahmurluğunu atıp sokağa adım attığımız ilk gece Recoleta’nın parklarını geçip Alvear Caddesi’ne girdiğimizde karşımıza dikilen şehir, 2001’de şamar gibi inen ekonomik krizle kendini yerle yeksan bulan bir ülke başkentinden çok, geçmişin heybetine şimdinin zenginliğini katmış bir şehir görünümünde.
Hayatımda başka hiçbir yerde görmediğim kadar güzel insanla dolu sokakları, kahveleri, lokantalarıyla vakur, endamlı, mağrur.
Sonraki günlerde sanatçıların yaşadığı Palermo’da, orta halli San Telmo’da, hatta kırık dökük ama her biri sahibinin sesi teneke barakaları ve onların arasında yükselen ünlü sarı lacivert stadyumu ile turistleri mıknatıs gibi çeken yoksul La Boca’da; kısaca gezdiğim her mahallede, dolaştığım her sokakta aynı vakarla karşılaşacak, şehrin benim gibi üçüncü dünya ülkesiyle karşılaşacağı önyargısıyla gelen herkesle gizliden gizliye alay ettiği duygusuna kapılacağım.
Bu his orada kaldığım on beş gün boyunca yakamı bırakmayacak.
Orada kaldığım on beş gün boyunca, adımlarım milonga ile tango arası gidip gelecek. Kulağımda bandeneon sesi, gözlerimi fal taşı gibi açacak, Borges’in, Clezio’nun, Mistral’in şehrinin efsununu çözmeye çalışacağım.
Kimsenin bu güne kadar çözemediğini çözmek ne haddime?
Beceremeyeceğim.
Ama bu şehri çok çok çok beğenip, tutkunu olacak kadar seveceğim.