En az Türkiye kadar gençliğe gençliğini zehir ettirmiş ülke

Borges’in Arjantin’i sevmediği rivayet edilir.

Arjantin’in Borges’i sevdiği kesin oysa.

Gider gitmez ünlü yazarın doğduğu evi, yaşadığı mahalleyi, gezindiği yerleri merak ettim.

Güney Amerika’nın bu en Avrupalı yazarı nerelerde yaşamış, nerelerde yazmıştı?

1975-76 yılında, Paris’te kendisiyle yapılan uzun söyleşinin filmini izlemiştim.

Kitaplarla dolu geniş salondaki kulaklı koltukta oturan seyrek saçlı yaşlı adam, kendisine yöneltilen soruları görmeyen gözlerini açık pencereden dışarıya dikerek yanıtlıyor; hayatı, çocukluğu, kitapları hakkında uzun uzadıya konuştuğu halde, sokakta olup bitenle ilgili soruları ya üstü kapalı ya kaçamak cevaplarla geçiştiriyordu.

Söyleşinin sonunda ona hayranlığı gözlerinden okunan genç bir kadının koluna girip dışarı çıkmış, yaşlılara özgü küçük adımlarla arkadaşlarıyla buluşacağı kahvenin yolunu tutmuştu.

Arjantin’in dar kapıdan geçtiği zorlu yıllardı.

Sonraları otuz bin kişinin hayatına mal olan bu karanlık dönem hakkında yazmamış, daha doğrusu yeterince yazmamış olmakla kıyasıya eleştirilecek, gelgelelim bu eleştiriler onun ülkenin en büyük yazarlarından biri olduğu olgusunu değiştirmeyecekti.

Evini bulmakta zorlanmıyorum: Buenos Aires’te yüzlercesine rastlanan büyük, kunt bir bina. Onu özel kılan Borges’in uzun yıllar orada yaşamış olması.

Arjantin, çoğunluğu İtalyan olmak üzere İspanyol, Fransız ve Alman göçmenlerden oluşan halkından dolayı aslında Güney Amerika’dan çok bir Avrupa ülkesine benziyor.

Buenos Aires de öyle.

Biraz Paris, biraz Madrid karışımı bir şehir hayal edin ve bu karışıma bolca Latin ruhu ekleyin.

Avrupa şehirlerinde olduğu gibi buradaki binaların cephelerinde de o binada yaşamış ünlülerin adlarını gösteren plaketler var.

Evi zorlanmadan bulma nedenim bu.

Adı verilen sokağı da.

Palermo Mahallesi’ndeki sokakta biraz dolaştıktan sonra acıktığımı hissediyor, sıklıkla gittiğini bildiğim Tortoni kahvesini aramaya başlıyorum.

Tortoni, toplandıkları meydandan ötürü Mayo anneleri de denilen; yıllardır bıkıp usanmaksızın ellerinde tuttukları silik fotoğraflarla kayıp çocuklarının, kim bilir kim tarafından evlat edinilmiş torunlarının izini arayan annelerin buluştuğu; ortasında ulusal kahraman Marti’nin heykeli olan, meydana uzak olmayan bir caddede karşıma çıkıyor.

Bundan tam 150 yıl önce, 1858’de Tango akademisi olarak kurulan, izleyen yıllarda tango salonunun yanına eklenen bölümle birlikte Arjantin entelijansyasının buluşma yeri haline gelen bu ünlü kahve, ellili altmışlı yıllarda İstanbul aydınlarının mesken tuttuğu Markiz pastanesinin Buenos Aires şubesi gibi.

Kimler gelip geçmemiş ki?

Duvarlardaki fotoğraflara, mekanı dolduran heykellere, müdavim ressamların ödeyemedikleri hesaplara karşılık hediye ettikleri resimlere bakılırsa Buenos Aires’te yaşamış ve yaşayan bütün sanatçılar, dünyanın dört bir yanından şehre gelen ünlü simalar...

Belli, Lorca’sından Llosa’sına, İspanyol dilinde yazmış herkes, bu loş kahvenin uzun tezgahında bir kadeh içip, Tiffany lambaların aydınlattığı ahşap masalarda sohbete dalmış, canı çektiğinde yan bölüme geçip tango yapmış.

Tortoni’nin önemi sadece sanatçıların uğrak yeri olması değil.

Tortoni yayımladığı kitaplarla, kolladığı sanatçılarla Arjantin’in kültür hayatına da yön vermiş.

Bugün bile aylık olarak yayımlanan ve bedava dağıtılan Anılar ve Tanıklıklar dergisi, şehrin kültür hayatında önemli rol oynuyor.

Eşiğinden adım attığınız andan itibaren, vitraylarla süslü kapıların ardında hálá edebiyat sohbetlerinin yapıldığını, benim gibi elinde fotoğraf makinesiyle dolaşan birkaç turist dışında mekanın bugün de aydınların uğrak yeri olmaya devam ettiğini görüyorsunuz.

Bolca fotoğraf çekip, birkaç kadeh şarap içtikten, sevimli garsonun ısmarlar ısmarlamaz önüme getirdiği yemeğimi afiyetle yedikten sonra çıkıyor, Mayo Meydanı’na gitmek için yola koyuluyorum.

Günlerden perşembe olmadığı için anneler ortada değil.

Banklardan birine oturup Türkiye’de değil de burada benzer anne babanın kızı olarak doğmuş olsam hayatımın nasıl olacağını hayal etmeye çalışıyorum.

Arjantin de en az Türkiye kadar gençliğe gençliğini zehir ettirmiş bir ülke. Yetmişli yıllardaki ben olsam, sonumun muhtemelen helikopterden Rio del Plata’ya atılarak gelmiş olacağını düşünüyor, ürperiyorum.

Ben avare dolaşırken akşam oldu bile.

Sabah erkenden İguazu’ya gideceğiz, dönme saati...

İguazu gezisi

Havaalanındaki posterler Brezilya’daki malarya salgınına dikkat çekiyor.

Bütün kitaplar şelalenin Brezilya tarafından daha güzel göründüğünü söylediği için programımızı ona göre yaptık.

Arjantin tarafında, Ulusal Park içinde bir otelde kalacak ama İguazu’yu görmek için karşıya geçeceğiz.

Önce keşke Brezilya’ya gitmeseydik diye düşünüyor sonra bu düşüncemin saçmalığı karşısında gülüyorum.

Sivrisinek sınır tanır mı?

Ha orası ha burası.

Uçaktan inince bu ülkeye geldik geleli iklim babında yaver giden şansımızın döndüğünü düşündürten bir sıcakla karşılaşıyoruz.

Nemli, insana nefes aldırmayan bir sıcak.

Otele yerleşir yerleşmez fırlıyoruz: Helikopterle üzerinden, botla içinden, yürüyerek yanından geçerek yapacağımız İguazu gezisi için hepi topu bir günümüz var.

Helikopter iyiydi.

Botu gözüm yemedi.

Yürüyüş ise felaketti.

Yapış yapış bir havada şelalenin döküldüğü Şeytan Ağzı denilen noktaya giden yolu inmeye başladık.

Her kıvrımda karşımıza çıkan manzara büyüleyici.

Ama manzaranın keyfine varmak için yalnız olmak, hiç değilse kolunuzu dürtüp fotoğraflarını çekesiniz diye burnunuza makine dayayan, şelalenin uğultusunu dinlemek için olsun, manzarayı sindirmek için olsun duraksadığınız anda yürümeniz için arkanızdan iteleyen yedi düvelden binlerce turist arasında olmamak gerek.

İguazu’yu örneğin BBC yapımı Planet Earth belgeselinden izlemek yerine bizatihi gidip görmenin insana kattığı bir şey var mı?

Var.

Bir: Biz İguazu’dayken diye başlayan cümle kurmanıza fırsat tanıyor. İki: Her şeye rağmen çentik atıyor, akıldan çıkmıyor.

Çentik atan sadece İguazu mu?

Bence bütün ülke atıyor.

Hatta bütün kıta.

Bütün Güney Amerika.

Olur da gidecekler olursa diye birkaç ipucu

Yeme içme düşkünlerine

Etyemezlerin Arjantin’de işleri zor. Çünkü Arjantin mutfağının tek ve değişmez yemeği et. Sebze ve meyve de bol ama lokantalarda fazla karşınıza çıkmıyor. Buna karşın etlerin hepsi çatalla kes cinsinden. Şaraplara gelince... Malbec gerçekten iyi bir üzüm ve Arjantinliler şarap yapmayı biliyor. Luigi Bosca benim en sevdiklerimden oldu. Palermo’daki küçük lokantaların hemen hepsinde iyi yemek yenilebildiği gibi nehir kıyısında yeni düzenlenen dokların, Puerta Madero’nun altındaki lokantalarda da çok iyi yeniyor. Şehrin eski bölgesindeki aşevlerinde de. Fiyatlar İstanbul’la karşılaştırılmayacak kadar ucuz.

Otelde konaklayacaklara

Her bütçeye göre otel mevcut. Four Seasons gibi uluslararası otel zincirleri kadar, yerel oteller de var. Konaklamak için farklı bir yer arayanlara ise Faena’yı tavsiye ederim. Madonna da geldiğinde burada kalmış. İlginç. Gece kulübü, havuzu, barı, lokantası çok popüler.

Tango hayranlarına

Her yer.

Alışveriş tutkunlarına

Şehrin en güzel butikleri Possadano Caddesi ve civarında. Ayakkabı değil ama deri çantada üstlerine yok. Avrupa’ya oranla çok ucuz ve çok şıklar. Kürk için de aynı şey söyleniyor. Ama insanı asıl şaşırtan antika bolluğu. Ömrümde bu kadar zengin ve çeşitli mal barındıran dükkanı bir arada görmedim. Bu kadar çok gümüş çatal bıçak takımını da. Pazar günleri kurulan bit pazarı hem gez gez bitmez cinsten, hem inanılmaz eğlenceli.

Sanat severlere

Malba Modern, Güney Amerika Sanatı’nın sergilendiği tek müze olarak gidilip görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Mimari olarak da çarpıcı bu müze, gittiğimde karşıma çıkan Oscar Bony gibi sanatçıların çarpıcı sergileriyle de adından söz ettiriyor. Kuru, donuk bir müzeden çok, yaşayan, canlı bir yer. Galeriler ise daha çok Soho denilen Palermo’da yuvalanmış, keşfedilmeyi bekliyor.

*Tersi söylense de Buenos Aires güvenli bir şehir. Taksiler ucuz ve kolay bulunuyor.
Yazarın Tüm Yazıları