Paylaş
Loş salonun ortasında yer alan uzun barın önündeki taburelere oturmuş, dikkatle genç rehberin anlattıklarını dinliyoruz.
Rehber, iki yüzeyindeki logoların birinin kendine diğerinin müşteriye dönük olmasına özen gösterdiklerini, ardından bardağı sifonun musluğuna dayadıklarını ve 45 derecelik bir açıyla eğik tutarak sifonun kolunu çektiklerini anlatıyor... Çekiyor.
Siyah biranın köpüre köpüre süzülüşünü izliyoruz hep birlikte.
Bardağın tamamının dolmasına üç parmak kala sifon kolunu geri itip, “Şimdi bekleme zamanı” diyor.
Üç dakika biraya karışan nitrojenle karbondioksit gazının durulmasını bekliyor.
Sonra ikinci hamle: Bu kez sifon kolunu ters yöne iterek bardağı dudak payı bırakmaksızın doldurarak tezgahın üstüne koyuyor. Sonra da yüzünde sinsi bir gülümseme biz bir avuç gazeteciye dönerek, “Sıra sizde” diyor.
Tuborg’un davetlisi olarak geldiğimiz Dublin’de yılda dört milyon kişinin gezdiği Guinness Store House’dayız.
Hemen ileri atılmıyorum. Önce diğerleri denesin hele. Üçüncü olarak barın arkasına geçtiğimde yüzümde, hiç mi bira çekmedik ifadesi olsa da içim pır pır...
Sifondan hiç bira çekmişliğim olmadığı gibi Guinness’in kaymak kıvamında, parmak kalınlığında, üzerine ismini yazacağınız yoğunluktaki köpüğünü taşırmadan tam da gerektiği gibi bardağı iki milim aşacak şekilde çekmek her babayiğidin harcı değil. Meret ya gerektiği kadar kalın olmuyor, ya taşıyor ya da gerçek bir içicinin yüzünü buruşturmasına neden olacak şekilde bir fırt az kalıyor!
Korkunun ecele faydası yok. Bardağı kapıyor, sifona dayıyor, çekiyor, bekliyor, ikinci kez çekiyor ve yanık kahve rengindeki bira tam da durması gereken yerde durduğunda, muzaffer komutan edasıyla bardağı tezgâha bırakıp kalın köpüğün üzerine imzamı atıyorum.
Rehber, sertifikamı yazmaya başlıyor. Bundan böyle, sifon Guinness satılan herhangi bir barda çalışma yetkim var demektir.
9 BİN YILLIK KİRA SÖZLEŞMESİ
Şimdi sırada bardaklarımızı alıp yedinci kata çıkmak var. Yere kadar camlarından ötürü cam-bar olarak adlandırılan ve şehri 360 derece görmenize olanak sağlayan mekân sadece bizim gibi turistlerin değil, Dublin’lilerin de gözdesi. İçeride adım atacak yer yok. Aslında sadece bu kat da değil, binanın tümü insan kaynıyor. Tüm Dublin rehber kitaplarında şehrin görülmesi gereken adreslerinin başında yer alan Store House gerçekten de namına yakışır bir yer.
Markanın kurucusu Arthur Guinness’in 1759’da 9 bin yıllık bir kontrat yaparak kiraladığı St. James Gate’deki mekân uzun yıllar dünyanın bu en ünlü birasının üretim merkezi olarak faaliyet gösterdikten sonra 2000’de bir tür Guinness müzesine dönüştürülmüş.
Ziyaretçiler ilk kattan başlayarak bilet fiyatına dahil bedava ‘pint’larını yudumlayacakları yedinci kattaki cam-bara çıkana dek 250 yıllık efsanenin dünü ve bugününü anlatan görsel bir şölene tanıklık ediyor.
Biralarımızı son yuduma kadar içtikten sonra çıkıyor ve Teoman Hünal önderliğinde şehrin en eski pub’ı Brazen Head’e yollanıyoruz. Pub 1198’da kurulmuş ve o gün bugün ayakta. Bizim Anadolu’ya adım atışımızdan 100 yıl sonra adamlar alçak kapılarından başımızı eğerek geçtiğimiz bu pub’a adım atmış anlaşılan...
Girdiğimiz küçük ve loş mekanın dört duvarına da duvar görülmeyecek şekilde kağıt banknotlar yapıştırılmış. Dünyanın dört bir yanından gelen müşteriler daha sonra eski Dublin publarının çoğunda göreceğim bu geleneğine uyarak ulusal paralarının üzerini imzalayıp yapıştırmışlar duvara.
Henüz öğle tatili başlamamış. O yüzden de bar oldukça sakin. Tezgâhta yerlerini almış sakin sakin Smithwicks’lerini yudumlayan beş-altı işçi dışında kimse yok.
“Birazdan dolup taşar burası” diyor Teoman. Gerçekten de biz öğle yemeği için çıkarken bar dolup taşıyor. Dublin bir milyon dolayında nüfusa sahip küçük bir şehir. İşte bu küçük şehirde tam 7 bin adet pub ve lokanta var.
Tüm Türkiye’deki lokanta sayısının 10 bin küsur olduğu düşünüldüğünde rakama şaşmamak mümkün değil.
DÜNYANIN EDEBİYAT ŞEHRİ
Dublin deyince akla bira geliyor evet ama akla gelen sadece biradan ibaret değil elbet. Şehir Unesco tarafından dünyanın edebiyat şehri seçilecek kadar ünlü yazarın da memleketi. Kimler kimler yok ki? Joyce’tan Beckett’e, Swift’ten Show’a, Wilde’dan W.B. Yeats’e dünya edebiyatının mihenk taşı yüzlerce isim... Dublin sokaklarında şöyle bir dolaşmak bile İrlandalıların edebiyata ne denli tutkun olduklarını görmek için yeterli.
Dublinli olmasıyla övündükleri tüm yazarların heykelleri şehrin göbeğindeki dev park Stephen’s Green’den başlayarak hemen hemen şehrin dört bir köşesinde.
Dublin, güzelliğiyle akla kazınan bir şehir değil. Ama tarihi, onca savaşa onca yıkıma karşın ayakta kalmayı becermiş yapıları, on binlerce el yazması kitaba ev sahipliği yapan Trinity College’deki Long Room adlı kütüphanesi, tiyatro dünyasının efsane adresi Abbey tiyatrosu, kalesi, Saint Patrick Katedrali, dünya çapındaki oyuncuları, yazarları, düşünürleri ve Joyce’un Dublinliler kitabında anlattığı sıradan insanlarıyla gönüle kazılan bir şehir.
Paylaş