SEVDİĞİNİZ insanlar gibidir sevdiğiniz memleketler.
Güvendiğiniz müddetçe seversiniz, güvenmeyi bıraktığınızda soğursunuz, uzak durur, yabancılaşır, hatta belki bir süre sonra sevmezsiniz bir zamanlar sevdiğiniz memleketleri. Uzak bir kıtanın uzak bir ülkesinde, kaybolduğumu sandığım yabancı bir sokakta yürürken bir polis aracı yanıma yaklaşıp “ ana yolu tercih edin lütfen, bu saatte güvende olmayabilirsiniz ” derken, herhangi bir huzursuzluk yaşamadığımı söylesem de, iki kişinin beni takip ettiğini ve bu nedenle bir süredir beni izlediklerini söylüyorlar. Belki en huzursuz olmam gereken anda, kendimi güvende hissediyorum Suç yok, olay yok ancak suç oluşmadan, gerçekleşme ihtimaline karşı önlem alınıyor. Gece yarısı saat 24’de geçeceğim hattı bir daha karıştırmamaya çalışarak, metroya ilerliyorum. Artık yeni Harlem olarak adlandırılan Jamaica Bulvarı’nda “ hey cheeky ! “ diye seslenen adamın şikayet ettiğim anda adamın tutuklanacağını bilmenin rahatlığı içindeyim, en ufak bir tedirginlik duymaksızın, korkmadan metroya biniyorum. Düzenli aralıklarla yanıp sönen “ hatırlatmalar “ var ulaşım sırasında, “hiçbir kalabalık ya da sıkışıklık tacize gerekçe değildir ve tacizi saklamaz. Utanmayın, korkmayın, derhal yetkililere durumu bildirin...” diyen. Taciz, şiddet, tecavüz sıradan değil, alışılmış değil, cezasız hiç değil. Önceleri garipsediğim, halkın “ polis “ kelimesinden dahi duyduğu aşırı tedirginliğin sebebini sonraki günlerde anlıyorum; Polis terör estirdiğinden değil, vatandaşın güvenliğini sağlamak için olaya anında müdahale ettiği ve kanunu uyguladığından bu korku. Kanunları çiğnemekten korkan insanların yaşadığı ülkede, şiddete, tacize uğrayan ve kadın sığınma evlerinde hayata tutunmaya çalışan Firuze, Yasemen, ve Burcu’nun hikayesini tam da o gün öğreniyorum tuhaftır. Newyork’da Modern Sanatlar Müzesi’nde Türk kelimesinin geçtiği tek yer, o kadınların hikayelerinin anlatıldığı duvarlar... Gurur duymayı isterdim sanata katkılarımızdan dolayı ama o duvarların altında kalıyorum. Hırvat sanatçı Sanja İvekovic’in, video, heykel ve fotoğraflardan derlediği çalışmaları “ tatlı şiddet “ temasıyla sergileniyor. Kendime şu soruyu sorarken cevabı da kalın puntolarla, bilgi bandı şeklinde kafamdan geçiyor; Şiddet gören kadınların yer aldığı fotoğraflarda ağırlık neden Türk kadınlarına verilmiş ? (memlekette kadına şiddete nasıl alışmışız, ne kadar kanıksanmış ve sıradanlaşmış da bizim için, burada baş köşeye oturmuşuz, bunu sorsana kendine ) Kadın ve çocukları duygusal ve fiziksel şiddetten koruma adına çok ciddi çalışmaların yürütüldüğü başka ülkede, içim burkuluyor. Konuyla ilişkili olan herkes bir şey yapıyor ve bunu hayata geçiriyor. Kadın derneklerinin çalışmalarından tutun hukuk sistemine, uygulayıcılarına kadar her şey ve herkes tam uyumlu ve iletişim halinde. Bu konuda en ufak bir “ hoşgörü” yok. Kadına düşen tek şey ise bi’şey yapmak... Yaşadığı en küçük taciz, ayrımcılık ya da cinsel kimliğinden dolayı kendisine yöneltilen, hissettiği en ufak tuhaf bi’şeyde, güvenlik birimlerini o bi’şeyden haberdar etmek. Utanmadan, korkmadan, çekinmeden. O çok basit kelime olan “ bi’şey “, size bir ülkenin vermesi gereken en güzel iki duyguyu kendiliğinden getiriyor.. Güven ve sevgi...