Paylaş
Büyükada’ya âşıktı. Her hafta martı sesleriyle uyanmak için adaya gelirdi.
Ve bir sabah Sofia’yla tanıştı. O anda âşık oldu.
Hemen evlendiler. Ada artık bir aşk adasıydı.
Dimitro perdeci, Sofia terziydi...
İşleri iyi gidiyordu. Adanın yemyeşil tepelerinde güneş batırıp, Aya Yorgi’de sevginin ayinini yapıyorlardı.
Yıllarca aşk dokudular. Ve üç çocukları oldu.
En büyük kızları İrini okula gidecek yaşa geldiğinde, ilk duvara çarptılar...
O tarihlerde Arnavut Ortodoks olduğu için İrini okula gidemiyordu. Yasaktı.
İçleri karardı.
Sanki devlet diyordu ki terzi Sofia’ya:
“Sen yalnızca teyel olabilirsin bu ülkenin kumaşına!”
Zaten Kıbrıs harbi başlamıştı. Rumlar için hayat çok zorlaşmıştı. Önce kızları İrini’yi gönderdiler Atina’da yatılı bir okula.
Sonra arkalarında gözyaşı ve martı sesinden başka bir şey bırakmadan...
İki çocuklarıyla birlikte ayrıldılar çok sevdikleri Büyükada’dan...
Dimitro 5 yıl boyunca her gün adayı ve aşkını anlattı büyük kızı İrini’ye...
Gözleri doluyordu. Hıçkırık yüklü bir sesle anlatıyordu aşk ve ada günlerini.
Ölürken adayı sayıklayarak öldü...
İrini büyüdü. Evlendi. Atina’da avukat oldu.
İlk çocuğu olunca da eşine dedi ki:
“Senden hiçbir şey beklemiyorum. Ne mücevher ne de başka bir şey. Yalnız bir İstanbul bileti istiyorum...”
Ertesi hafta İstanbul’daydı...
Çocukluk günlerinin adasını gezdi. O da vuruldu annesi ve babası gibi memleketine.
İşte o an düştü içine o hayal.
Yıllarca hıçkırıklarla, gözyaşıyla adayı sayıklayan babasını doğduğu topraklara getirecekti.
Hemen Atina’ya döndü. Belediyeye müracaat etti:
“Babamın kemiklerini doğduğu topraklara götürmek istiyorum”.
Devlet, “Hayır yasak!” diye kestirip attı.
1975’te başlayan bu “gözyaşı tarihi” 1993’te hâlâ sürüyordu.
Türk devleti de “yasak” dedi...
İrini bir-iki arkadaşını alıp düşündü.
Sonrasını kendi ağzından dinleyelim:
“Kararı vermiştim. Önce Atina’da belediyeye gidip, babamı başka bir kasabaya defnedeceğim diyerek mezar açma iznini aldım.
Mezarı açtık. Kemikleri çıkardım. İlaçlayıp bir çöp torbasına koydum. Attım arabanın arkasına İstanbul’a kadar getirdim. Sonra adaya...
Bir sabah erkenden gizlice gömdüm babamın kemiklerini adasına.
Ruhum huzur buldu. Aya Yorgi’de gözyaşlarıyla dua ettim babama.”
Büyükada’da Fıstık Ahmet’in lokantasında tanıştık İrini’yle. Güneşli bir ada gününde anlattı bu dramı...
Ve dedi ki:
“Yaa işte böyle. Kaçak getirdim babacığımı adasına...”
İrini’yi dinlerken içimde fırtınalar koptu. Uçurumlar açıldı.
Benzeri bir öyküyü, Van’da Ahdamar Kilisesi’ne gelen yaşlı bir Ermeni vatandaşımızın gözyaşlarında görmüştüm.
Yasaklarla, korkularla, ırkçılıkla, ne çok acılar, dramlar gömülmüş bu topraklara...
Şimdi kendisini herkesten daha vatansever, daha memleketçi görüp, önüne geleni yasaklayan, bastıranlara sormadan edebilir miyiz?
Kimdir bu memleketin sahibi?
Paylaş