Paylaş
ŞEHİT FAHRETTİN'İN KUCAĞINDAKİ BEBEK / WEB TV
Tutulup kalmışım. Baktıkça buğulanıyor o masum resim.
İşte tam o sırada;
Bir kırbaç gibi iniyor o mesaj...
Kızgın bir okur olarak diyor ki Adil:
“Günaydınlar Fatih Bey;
Birçok kez birden fazla yazı yazıp, 2. yazı, 3. yazı, 4. yazı diye sıralıyorsunuz.
Peki dün olan gelişmelere neden değinmediniz? İsrail 2 askeri için ortalığı birbirine katarken, bizim hem 13 askerimiz şehit oluyor, hem de çapulcular özerklik ilan ediyor. Sizce bunda yazılacak bir şey yok mu? AB daha mı önemli?”
Utandım biraz...
Belki de gece değiştirmeliydim o yazıyı.
Sonra üzüldüm.
Oysa yazmama gerekçem farklıydı.
Öfkenin ateşli nöbetinden sıyrılıp ertesi gün daha dingin bir ruh durumuyla yazmak istemiştim.
Araya bir zaman girsin yani.
Mahcup bir sessizlik belki.
Öfkemi; bir eski zaman ayini gibi gözyaşlarıma teslim ederek;
Bir boşluk bırakmak istemiştim ölümle nefret arasında.
Bir gözyaşı zamanı diyelim.
Kasılıp kalırsın ya...
Bir nefes alsan açılacaktır ellerin. Gırtlağında düğümlenen o bela çözülecektir.
Volkanik bir haykırış patlayacaktır içinde.
Mesela göğüs kafesin;
Bir dikenli tel gibi çökmüştür kalbine...
Son dakika bir dua etme izni istemiştim bu yüzden...
Nefreti öfkeyle çarpmadan, vicdanımın önünde bir secde süresi belki de.
Pusulasız ve uykusuz bir geceydi. Musalla taşı gibi bir yataktı.
Sağa sola dönmeyi bırak, dönecek bütün yönlerim kararmıştı.
Ve dün sabah, elimde kalem, şehit Fahrettin’in kucağındaki o bebeğin resmine bakarken;
Ucu matkaptan yapılmış bir soru işareti, içimdeki bütün volkanları delik deşik ediyordu.
- Ne demeli? Ne yazmalı? Hangi acıyı, hangi öfkeyle çarpmalıydı?
İşte tam o sırada; bir kırbaç gibi inmişti Adil’in mesajı...
Hemen cevap yazdım.
“Tepkinizi anlıyorum. Siz bu mesajı gönderdiğinizde, ben önümde bilgisayar, şehit Fahrettin’in kucağındaki bebeğin gözlerine bakıyordum. Hepimizin başı sağolsun!”
Adil beni anladı...
Biz birbirimizi anladık. Ama ne değişti ki?
İşte kucağındaki bebeğiyle şehit Uzman Çavuş Fahrettin.
“Albümdeki bir gözyaşı” gibi duruyor...
Islak ıslak bakıyoruz birbirimize.
Ve ben o gözlere baktıkça içimde bir resmi geçit ayaklanıyor.
O masum çocukların, gencecik delikanlıların, vatan evlatlarının başlattıkları o resmi ve kanlı geçit, lanet tonunda bir marş eşliğinde adım adım yüreğime doğru ilerliyor.
Hepsi teker teker çıplak ayaklarıyla geçiyor bedenimden.
İşte! Uzman Çavuş Fahrettin! Benim güzel hemşerim.
Sonra Mustafa Güney. Seyhan Nehri’nin kenarından bakıyor bana. Adanalı kardeşim.
Sonra Ufuk, sonra Aykut, sonra Mehmet ve binlercesi...
Utanıyorum.
Hiç dinmeyen bir vida gibi beynimde dönen aynı soru yüzünden utanıyorum:
- Neden çözülmüyor bu mesele? Siyaset neden yetmiyor?
- Akıl nerede? Ne eksik? Neremiz bozuk?
- İçine düştüğümüz bu “nefret menzili” bize ne getirdi ki?
Evet bir cevabı olmalı...
Artık bulmalıyız bu cevabı.
Ve eğer, kundaktaki oğullarımız adına bu cevabı bulamazsak;
Bu toprak, altında yatan bütün bu masum bedenleri; kanlı ve ibret dolu bir hatıra gibi yüzümüze haykıracak.
Paylaş