Fatih Altaylı

İtalyan düşmanlığı yersiz bir tavır

16 Mart 2002
<B>DIŞİŞLERİ </B>Bakanı <B>İsmail Cem'</B>in <B>‘‘Mussolini'nin polisleri’’ </B>açıklamasını pek de <B>‘‘doğru’’ </B>bulmadım. Bir Dışişleri Bakanı olarak, sevgili Abdurrahim Albayrak'ın paniğine katılıp, Roma'da başımıza gelenleri bir ‘‘İtalyan Gece Yarısı Ekspresi’’ olarak algılaması ve bu sert açıklamayı yapması hoş olmadı.

Doğrudur.

Başta Batistuta, Lima ve Totti, başlarında teknik direktörleri Capello olmak üzere olmak üzere bir grup Romalı, futbolcularımıza saldırdı.

Doğrudur.

35-40 kişilik bir İtalyan polis grubu, futbolcularımızı ve yöneticilerimizi copladı, dövdü.

Takımın stadı terk etmesi konusunda da türlü pürüz çıkaranlar zaten aynı gruptu ve suçluluk telaşı içindeydiler.

Ama çevremizdeki bütün İtalyanlar da ‘‘kötü’’ değildi.

Büyük bir anlayışla bize yardım etmek isteyenler, haklı olduğumuzu bilenler de vardı.

Kendi meslektaşlarını ve vatandaşlarını ‘‘rencide etmeden’’ yardımcı olmaya çalıştılar.

Doğruyu söylemek gerekirse, Galatasaray ve Türk insanı, hakkını sonuna kadar aramalı.

Ama meseleyi bir İtalyan düşmanlığı haline getirmenin, yakıp yıkmanın, köprüleri atmanın álemi yok.

Hele hele Galatasaray açısından hiç anlamı yok.

Çünkü Galatasaray, Avrupalı.

İki ay önce Lazio ile oynamak için aynı stattaydık.

Belki birkaç hafta sonra Juventus'la oynamak için oralarda bir yerde olacağız.

Üç beş polis kılıklı serserinin yüzünden, düşmanlık tohumları ekmeyelim.

Göze göz, dişe diş olmalı


ROMA'daki olaylardan sonra İtalyan polisinin ve İtalyan gazetecilerin tavrından hepimizin alması gereken müthiş dersler var. Bunlar ‘‘yurttaşlık’’ dersleri.

Roma Olimpiyat Stadı'nda çıkan olaylarda, İtalyan polisinin tavrını gördünüz. Olayları çıkaranlar, Romalı futbolculardı ama bir grup İtalyan polisi bizim futbolcuları dövdü.

Ayırmak için araya girmesi gerekenler, saldırmak için müdahale ettiler.

Oysa aynı şey Türkiye'de, Ali Sami Yen'de veya bir başka stadımızda olsa ‘‘işgüzar’’ polislerimiz bırakın ‘‘holigan’’ gibi hareket etmeyi, ‘‘misafirleri korumak’’ için bizim çocukları döverdi.

Türk polisinin aklından Roma futbolcusundan davacı olmak ise hiç geçmezdi.

Futbolculardan pasaport istemek ve ‘‘İtalya sınırları dahilinde bulunan yabancılar pasaportlarını yanında bulundurmak zorundadır. Yasada futbolcular bundan muaftır diye bir madde yok’’ demek ise düşünülemezdi bile.

Ya İtalyan basını.

Maçtan sonra olaylarla ilgili ne televizyonlarda, ne gazetelerde tek bir görüntü yer almadı. Çünkü görüntülerde onları haklı çıkaracak tek bir kare bile yoktu.

Bu yüzden görüntü yayınlamak yerine, ‘‘Türkler futbolcularımıza ve polislerimize saldırdılar’’ ifadelerini kullandılar, ancak yalanlarını görüntüyle destekleyemediler.

‘‘Oturan Boğa’’ tipli yorumcular ekrana çıkıp, hareketleri bir ileri bir geri alıp, ‘‘Bak ama Lima vuruyor. Galatasaraylı futbolcu ne yapsın. Bu misafirperverlik mi?’’ diye kendi futbolcularını suçlamadılar.

UEFA'nın kararında etkili olacak görüntüleri sansürlediler. Olaylar başlayınca yayını anında kestiler. Reyting için saatlerce stattan ve çevresinden olay görüntüleri yayınlamadılar.

Hem basınımızın, hem de polisimizin bu ‘‘alçak’’lardan alacağı çok ders var. Çünkü bu işler ‘‘uluslararası ilişkidir’’ ve gerekli hallerde ‘‘mütekabiliyet’’ yani ‘‘karşılıklılık’’ esastır.

Bilmem anlatabildim mi?

Spor yöneticimiz yok


TÜRKİYE'de spor yöneticileri çok ciddi bir hata yapıyorlar.

Uluslararası spor birliklerinde görev almaktan kaçınıyorlar.

Daha anlaşılır bir anlatımla, yeni Şenes Erzik'ler yetiştirmiyoruz.

Özellikle futbolda FIFA ve UEFA gibi organizasyonlarda ilerleyen Türk neredeyse yok.

Yurtiçinde popülarite peşinde koşan spor yöneticileri, ülke adına asıl olunması gereken yerden uzak duruyorlar. Hal böyle olunca, Türk takımlarının başına Roma'dakine benzer olaylar gelince işimiz bir Allah'a, bir de Şenes Erzik'e kalıyor. Erzik'in görevi sona erince, bir Allah'a kalacağız.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Hayırlı evlatların, hayırlı ana babalar tarafından yetiştirilebileceğini unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Ümit'in sırtında dört cop izi var

15 Mart 2002
Batistuta'nın yumruğu Emre'nin midesine indi. Eski Gaziantepsporlu Lima, Arif'e doğru uçtu. Capello ise Eser'i saçından çekip yıktı. Takım sahadan çıkarken, ben de soyunma odasına inmek üzere aşağı yöneldim. Tam o anda Batistuta'nın yumruğu  Emre'nin midesine indi.

Ve Gaziantepspor'da bu ülkenin ekmeğini yemiş olan Lima uçarak, yedek kulübesinden çıkan Arif'e tekmeyi savurdu. Ben kaleci antrenörümüz Eser'e takımı orta sahaya çekip, güvenlik talep etmesini söylemeye çalışırken, Roma Teknik Direktörü Capello, Eser'i saçlarından çekerek yere yıktı ve o an film koptu.

Hakemin güvenlik güçlerinin koridor oluşturmasını istemesiyle, bir güvenlik koridoru oluşturulunca Galatasaraylı oyuncular sahadaki şiddetten kurtulacaklarını zannettiler. Ama asıl şiddet orada başladı.

Güvenlik güçleri aralarına aldıkları Galatasaraylı futbolculara coplarla ve tekmelerle saldırmaya başladılar. İlk cop Emre'nın başında patladı. Bir ikincisi kaleci Kerem'in. Capone koluna giren iki polisten kurtulmaya çalışırken, elinde telsiz ve ğöğsüne sıkıştırılmış rozet olan bir üçüncüsü Capone'un bacak arasına tekmeler atıyordu.

SOYUNMA ODASINDA SAVAŞ MANZARASI

Şeref tribününün altındaki koridordan koşarak soyunma odasına ulaştım. Koridor boyunca yerlerde Galatasaraylı futbolculara ait eşyalar vardı. Belli ki, Roma şiddetinden kaçarken eşyalar yollara saçılmıştı. Önünde Galatasaray idarecisi Ökkeş Polat'ın dışında tek bir güvenlik görevlisinin bulunmadığı kapıdan içeri girdim. Capone bir sıraya yatırılmıştı. Tedavi ediliyordu. Emre Aşık bir kenarda oturmuş, başındaki cop yarasına pansuman uygulanmaktaydı. Ayhan'ın bacak arasına vurulan tekme kasığında müthiş bir morluk yapmıştı ve tedavi ediliyordu. Ümit Karan'ın sırtına kan oturmuştu ve dört adet çok net cop izi vardı.

Kavgayı ayırmaya çalışan Suat'ın kolu bir ‘‘karate’’ darbesi ile şişmişti. Darbelerden nasibini almayan kimse yoktu. Capone ve Eser Hoca sinirden ağlıyordu. Abdurrahim Albayrak elinde telefon ulaşabildiği herkesten yardım istiyordu. Bu arada koridordan kapıya gelen Romalıların küfürleri ve haykırışları içeri geliyordu. Galatasaray ağır yaralıydı ama çocukların keyfi yedikleri dayağa rağmen yerindeydi. ‘‘Bu yaralar iyileşir abi, ama bizim sahada onlarda açtığımız yara iyileşmez. Elenecekler. Bizim bu sonuç Liverpool'u şahlandırır. Şansları kalmadı’’ diyorlardı.

ROMA TARAFTARI SİS BOMBALARI ATTI

Tam bu sırada dört gazetecimizin gözaltına alındığı haberi geldi. Hemen stat karakoluna gittim. Polis şefi ‘‘Gazeteci gözaltına almadık’’ dedi. Israrım sonucu üç kişinin gözaltında olduğunu ancak bunların gazeteci olmadıklarını söyledi. Görmek istediğimi söyledim. Gerçekten de üç gazeteci gözaltındaydı ancak pasaportları yanlarında yoktu. Uzun uğraşlar sonucu serbest bırakılmalarını sağladım ve takımın yanına döndüm. Tam stattan çıkmaya hazırlanıyorduk ki, asıl bomba patladı. İtalyan taraftarlar üç adet sis bombasını bizim bulunduğumuz bölgeye doğru atarken, polisin de bombası patlıyordu ve Galatasaray takımının iki malzemecisi yanlarında pasaportları olmadığı için polis tarafından gözaltına alındılar.

VE BÜYÜKELÇİMİZE POLİSTEN KÜFÜR

Biz bu sorunla uğraşırken, sivil bir polis yanıma geldi ve ‘‘Bütün takımın pasaportlarını istiyoruz’’ dedi. Nedenini sordum. İki polisin dövüldüğünü, polisleri döven futbolcuları bulmaya çalıştıklarını söylediler. Böyle bir talebin kabul edilemez olduğunu bildirdik. ‘‘O zaman çıkamazsınız’’ dediler. Soyunma odasından çıkmama kararı aldık.

Tam bu sırada Roma Büyükelçimiz Necati Utkan geldi. Büyükelçi'nin ‘‘Ben büyükelçiyim’’ sözüne, İtalyan polisi küfürle karşılık verdi. Utkan, ‘‘Başbakanımız bu meseleyle doğrudan ilgileniyor’’ deyince, olayları içinden çıkılmaz hale getirmeye çalışan polis görevlisi, ‘‘Başbakanınıza benden selam söyleyin’’ dedi.

SAĞDUYULU VE MERT YUNANLI GÖZLEMCİ

Bu arada TTF üyesi Levent Kızıl'la birlikte maçın Yunanlı gözlemcisine gittik ve durumu aktararak, UEFA'nın güvencesi altında bu sahaya geldiğimizi ve güvenliğimiz sağlanmadan stadı terk etmeyeceğimizi bildirdik. Gözlemci İtalyan polisinin taleplerini aktardığımız zaman şaka yaptığımızı zannetti. Ancak polis aynı talapleri ona da tekrarlayınca, çok sert bir çıkış yaparak, ‘‘Burası spor sahasıdır. Zaten yeterli güvenlik önlemi almadığınız hakem tarafından da rapor edildi. Böyle bir talepte bulunamazsınız. Bu talebiniz İtalyan takımlarının aleyhine gelişmelere neden olabilir’’ dedi.

SİZ GİTMEDEN BEN DE ROMA'DAN AYRILMAM

Polis ise Nuh diyor peygamber demiyordu. Gözlemci Mavrokukulakis, ben, stadın güvenlik şefi, sicil polis müdürü birlikte bir toplantı yaptık. Polis müdürü Galatasaray takımındaki oyunculardan davacı olacaklarını söyledi. Biz de kendilerine Galatasaray'ın da İtalyan polisinden davacı olacağını ve konuyu gerekirse AİHM'ye götüreceğimizi belirttik ve elimizde bütün olayların görüntüsünün bulunduğunu söyledik. Yunanlı gözlemcinin net tavrı karşısında geri adım atan sivil polis müdürü, kafilenin stattan ayrılmasına maçın bitiminden 3 saat sonra izin verdi.

Yunanlı gözlemci Mavrokukulakis, ‘‘Takımınız uçağa binip, Roma'dan sağ sağlim ayrılıncaya kadar ben de Roma'da kalıyorum. Uçağın kapıları kapanınca bana telefon edin. Eğer gece gidiyorsanız telefonum kapalı olabilir o zaman mesaj atın’’ dedi. Bütün uğraşlarımıza rağmen takımı gece döndürmeyi başaramadık ve sabah Roma cehenneminden çıkıp İstanbul'a gelebildik.

NE ZAMAN ADAM OLURLAR?

Maçları sahada bitirdikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Papaz olmak şart mı?

13 Mart 2002
<B>GÖRDÜĞÜM </B>kadarıyla anlamsız tartışma daha da sürecek. ‘‘İzanlı’’ bir ülkede bu ‘‘saçmalık’’ bu kadar sürmezdi ama ne yazık ki burada sürüyor ve o yüzden de sürünüyoruz.

Kılınç Paşa'nın ‘‘AB yerine İran ve Rusya’’ önermesine destek verenler ve karşı çıkanlar olmuş.

Paşaya karşı çıkanlar ‘‘AB ulusal hedeftir, vazgeçemeyiz’’ diyorlar, paşadan yana olanlar ise ‘‘Tek alternatifimiz AB değil’’ diye konuşuyorlar.

Pek anlamadım, bunlardan biri diğerine engel mi?

Yani bir yandan AB'ye üye olup, diğer yandan komşularımızla ve diğer ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmemiz mümkün değil mi?

Biri diğerinin alternatifi mi?

Ya biri, ya diğeri mi?

AB'ye üye olunca Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerle ilişki kurmak, buralarla ticaret yapmak, işbirliği yapmak yasaklanıyor mu?

Fransa, Almanya ‘‘bizim komşularımızla’’ bizden ‘‘iyi’’ ilişkiler kurarken AB üyeliklerini askıya mı alıyorlar?

Yooo!

Bunların hepsi bir arada gayet iyi yürüyor.

Hatta bu ülkelerle iyi ilişkiler içinde olmak, Türkiye'nin AB üyeliği yolunda köstek değil, destek.

Ama ne yazık ki, Türkiye'de ‘‘akılcı’’ yol olmuyor.

Ya biri, ya diğeri.

Sanki Avrupalı olmanın şartı, ‘‘komşularla papaz olmak’’mış gibi.

İşin kötüsü, Türkiye'nin akıllı uslu adamları da, bunu böyle tartışıyorlar.

Yazık!..

Bu rezaleti RTÜK durdurmayacak mı?


EKRANA çıkmak galiba kedilere yaramıyor.

Yine bir ‘‘ekran kedisi’’ öldü.

Bu kez ‘‘Biri Bizi Gözetliyor’’ adlı televizyon rezaletinin kedisi ölmüş.

Kediyi bilmem ama ‘‘Biri Bizi Gözetliyor’’ adlı ‘‘röntgen’’ programı Türkiye'yi öldürüyor.

Milletin en önemli mevzuu bu program.

Geçenlerde ‘‘Kim kimi becerdi’’ tartışması vardı.

Önce programda, sonra ‘‘Ateş Hattı’’nda.

Çoluk çocuk sahibi kadınlar ekrana çıkıp kimin kiminle yattığını, kimin kimi baştan çıkardığını tartıştılar.

Yine aynı dönemlerde ‘‘ruh sağlığı’’nda sorunlar olduğu gözlemlenen Edi adlı bir çocuğun evdeki kavgaları gündemdeydi.

Aynı Edi, program bittikten sonra bile kendini programda zannettiği için geçen gün zorla girdiği bir evde bir genç kızı hastanelik etmiş.

Şimdi yine Biri Bizi Gözetliyor'da kavgalar dövüşler, düzeysiz tartışmalar gırla gidiyormuş.

Üstelik şimdi bir televizyon kanalı sabahtan akşama bu programı yayınlıyor.

Peki RTÜK ne yapıyor?

Öncelikle, bu rezaletin evlerimize girmesine, çoluk çocuğa ‘‘berbat’’ bir misal olmasına daha ne kadar seyirci kalacaklar!

Ve daha ilginci, bir televizyon kanalı nasıl olur da, bütün gün bu ‘‘rezaleti’’ yayınlar.

Dünyanın her yerinde ‘‘yayın izni alan’’ kanallar, belirli bir prototipi de o ülkenin RTÜK'e eşdeğer kuruluşuna veriyorlar ve buna göre yayın izni alıyorlar.

Bizde böyle bir şey yok ama bu kadar da başıboşluk olur mu?

Yarın öbür gün parası bol, aklı kıt biri bir televizyon kanalı edinip, bütün gün bir umumi tuvaleti gösterse, onu da televizyon kanalı diye bu halk izleyecek mi?

Yok mu bu rezilliğe bir dur diyecek?

Türk insanının ahlakını gece yarısından sonra iki kere şifrelenmiş kanallarda yayınlanan erotik filmler mi bozuyor, yoksa bu ‘‘rezaletler’’ mi?

Bir banka soygunu daha


BANKALARDAN şikáyetler çığ gibi.

Sigorta parası, yıllık işlem parası, günlük işlem parası, kart parası, zart parası, zort parası.

Müşteri ‘‘enayi’’, bankacı ‘‘uyanık’’.

Yazıyoruz.

İzanlı banka hiç değilse arıyor.

Kimileri ise ‘‘Kim sızdırdı bunu Fatih Altaylı'ya’’ diye çatacak adam arıyor.

Şimdi yazacağım ‘‘uyanıklık’’ da pek çok bankayla ilgili olarak elime gelen şikáyetlerden en fazla rastlanılanı.

Bir okurun durumunu aynen aktarayım da, örnek olsun.

Gelen ekstrede toplam borç 600 milyon.

En az ödenecek tutar ise 445 milyon TL.

Okurumda o kadar para yok. 395 milyon yatırıyor, gerisinin fazini sineye çekmeye hazırlanıyor.

Ve bir sonraki ekstre geldiğinde okurum ‘‘fenalık geçiriyor’’.

Çünkü ekstrede ‘‘31 milyon dönem faizi, 70 milyon da gecikme faizi’’ yer alıyor.

50 milyon eksik ödeme için, 70 milyon ‘‘fazladan’’ faiz.

Bir ayda.

Ben okurumdan bu bankanın adını ve adresini istedim. Bu kadar faiz aldıklarına göre, ona yakın bir faizi de mevduat sahiplerine ödüyorlardır.

Bir maaş yatırsam, hayat boyu iki buçuk maaş sahibi olurum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Vatan hainliği övünülecek bir iş olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı ülke için iş takip eder

12 Mart 2002
<B>CUMHURBAŞKANIMIZ Ahmet Necdet Sezer,</B> ne yazık ki, içinde yaşadığımız <B>‘‘çağın’’ </B>gerçeklerini kavrayabilmiş değil. Oturduğu makamın kendisine yüklediği <B>‘‘ödevler’’</B>i de anlaşılan anlayamamış. Cumhurbaşkanımız yurtdışında iş yapan işadamlarının sorunlarıyla ilglenmesinin kendi anlayışına uygun olmadığını ve bunun yapılmaması gerektiğini söylüyor.

Çok garip bir tutum.

Namusuyla iş yapan, bu ülkeye döviz kazandıran, bu ülkenin bayrağını yurtdışında dalgalandıran insanlara yardım etmek, makamı ne olursa olsun her Türk vatandaşının, Türk devletinin, Türk devletinin her kademesinin görevi.

Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ülkesinin başka ülkelerdeki ‘‘ticari’’ çıkarlarını koruyacak.

İngiltere Başbakanı Blair yaptığı üst düzey ikili görüşmelerde zaman zaman ülkesinin firmalarının temsilcisi gibi davranacak.

ABD Başkanı Bush ülkesinin bir firmasının gasp edilen paralarını tahsil etmek için aracılık yapmaktan çekinmeyecek, benim Cumhurbaşkanım ‘‘Vallahi işadamlarının ne yaptığı beni bağlamaz’’ diyecek.

Yok öyle şey.

Artık devlet adamlığı dediğin, ülkenin ticari temsilciliğinin en üst düzeyi gibi olmaya başladı.

Çünkü uluslararası dengeler, ülkelerin iç dengeleri bunun üzerine oturuyor.

Ülkeler birbirleriyle kimin daha uzağa işediğini tespit için değil, ‘‘ticari’’ nedenlerle savaş ediyor.

Devlet adamı açısından yanlış olan ülkesinin ticari çıkarlarını takip etmek değil.

Yanlış olan ailenin ve yakınların çıkarlarını ülke çıkarları haline getirip ulusal ve uluslararası düzeyde iş takip etmek.

Süleyman Demirel gibi yeğeni için Aliyev'e mektup yazarsanız, Kamuran Çörtük için Pakistan'a giderseniz elbette ki olmaz.

Ama hiçbir kişisel yakınlık olmadan, sadece ülke için ‘‘namuslu ve düzgün’’ işlere sahip çıkarsanız olur.

Sezer'in aradaki farkı anlaması ve ona göre davranması gerekiyor.

İstanbul Erkek Lisesi'nde vakıftan şikáyet


İSTANBUL Erkek Liseliler çok şikáyetçi. ‘‘Bir vakıf kurduk, okulumuza hiçbir katkı sağlamadığı gibi, giderek okulumuzu elimizden alacak’’ diyorlar.

Şikáyet, vakfın büyük gelirler elde etmesine rağmen bu parayı okula, yani İstanbul Erkek Lisesi'ne harcamıyor ve bir vakıf değil, bir ticari kuruluş gibi davranıyor olması.

İstanbul Erkek Lisesi mezunları birkaç yıl önce bir vakıf kurmuştu: İstanbul Erkek Liseliler Vakfı.

Ardından da okulun bahçesine bir ilkokul yapmış ve buraya parayla öğrenci almaya başlamışlardı. Hatta hatırlayacaksınız, bir ‘‘İzmir torba’’ yani hileli kura çekimine yol açıp, okul adını da rezil etmişlerdi.

O işler geride kaldı ve ilkokul rayına girdi. Ardından yine okulun bahçesine içinde tuvaleti dahi olmayan bir bina yapıp burada da ‘‘lise’’ açtılar. İşin ilginci ortada zaten 100 yıllık bir lise vardı, yanındaki neyin nesiydi?

Mesele sonra anlaşıldı.

İlkokuldan mezun olanlar, gerçek İstanbul Erkek Lisesi'ne giremediği için yanına bir ‘‘Öz İstanbul Erkek Lisesi’’ yapılmıştı. Çünkü ilkokula başlayan çocukların velilerine liseye devam garantisi verilmişti ve uyduruk kaydırık bir lise oluşturulmuştu.

Bütün bu işleri yapan vakıf, kuruluş amacına uygun hareket etmemekle suçlanıyor İstanbul Erkek Liseliler tarafından.

Bu arada vakfa Alman hükümeti de başlangıçta büyük destek vermişti ve Alman Hastanesi, Alman hükümeti tarafından vakfa bağışlanmıştı. Şimdi bir yandan ilkokulun müthiş gelirleri, bir yandan Alman Hastanesi'nden elde edilen gelir var.

Ama bu paradan ‘‘gerçek İstanbul Erkek Lisesi’’ne bir kaynak aktarılmıyor.

Vakıf sorumluları ise ‘‘Biz okulun vakfı değiliz, mezunların vakfıyız. Okula kaynak aktarmak gibi bir zorunluluğumuz yok’’ diyorlar. Ve iddialara göre göstermelik yardımlar yapıyorlar.

İstanbul Erkek Liseliler şimdi kendi binalarından atılmaktan da korkmaya başlamışlar. Umarım bu okulun mezunu Mesut Yılmaz başta olmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü bu konuyla ilgilenirler.

Türkiye'nin çok önemli bir eğitim kurumunun yara almasını önlemek gerek.

Citibank: Hata varsa düzeltiriz


CITIBANK Genel Müdür Yardımcısı Ayşe Bener sabahın erken saatlerinde, yazıyı okur okumaz aradı.

‘‘Uyarınız için teşekkürler. Müşteri odaklı bankacılık diyoruz ama bu lafta kalmamalı. Hatamız var ise, ki mutlaka yapıyoruzdur, düzeltmemiz gerek’’ dedi.

Bener'
e göre müşteri şikáyetleri son derece önemli. Çünkü yol gösterici oluyor ve personeldeki eksiklikleri gidermekte rehberlik ediyormuş.

Bener, ‘‘Hizmet sektöründeyiz. Herkesi memnun etmek zor bir iş. Buna çalışıyoruz’’ dedi ve köşemde yer alan konu hakkında ‘‘dostum’’un şikáyetini bizzat dinlemek ve ilgilenmek istediklerini söyledi.

Şikáyetin, bankaların kurallarını bilen bir bankacıdan gelmesi de galiba etkili olmuş.

Ben de Bener'e, ‘‘Çok şikáyet geliyor. Sadece sizin bankadan değil. Her bankadan geliyor. Sizden gelenler biraz daha fazla. Belki de müşteri profilinizden dolayıdır’’ dedim.

Kendisinden bir faks numarası aldım.

Bundan böyle Citibank'la ilgili olarak bana gelen şikáyetleri kendilerine anında ileteceğim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Saygıdeğer kurumları kendi çıkarımız için oyuncağa çevirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Kredi kartlarında sigorta soygunu

11 Mart 2002
<B>SON </B>krizde işinden olan bir bankacı dostum aradı: ‘‘Fatih bu bankalar var ya, resmen soyguncu olmuşlar.’’ Citibank'tan kredi kartı almış.

Bu ay hesap ekstresi eline geçince ‘‘11 milyon liralık’’ bir ödeme görmüş.

Açıp bankaya sormuş:

‘‘Ne bu 11 milyon lira?’’

Yanıt ‘‘Kredi sigorta primi’’ olmuş.

Yani kart sahibi ölürse, borcu sigorta ödeyecek.

Bankacı dostum kızmış:

‘‘Bana sormadan beni sigorta ettiremezsiniz. Lütfen bu sigortayı iptal edin.’’

Telefondaki genç:

‘‘Beyefendi açıklama yapayım’’ demiş.

Bankacı dostum kararlı:

‘‘Açıklama istemiyorum. Böyle bir sigorta da istemiyorum. Lütfen iptal edin.’’

Telefondaki genç küstah:

‘‘Açıklama istemiyorsanız, ben de iptal etmem.’’

Bankacı dostum:

‘‘Önce iptal et. Sonra açıklamanı yap. İstiyorsam ben isterim.’’

Telefondaki genç:

‘‘Ayda 11 milyon ödeyeceksiniz ve çeşitli risklerden kurtulacaksınız. Zaten deneme mahiyetinde bir başlangıç yaptık.’’

Bankacı dostum:

‘‘Başkasında deneyin. Ama böyle habersiz iş yapmayın. Benimkini iptal edin.’’

Telefondaki genç terbiyesiz ve tehditkár:

‘‘Bakın iptal edersem bir daha yaptıramazsınız. İsteseniz de yapmayız.’’

Bankacı dostum diyaloğun gerisini aktarmadı.

Ama ben tahmin edebiliyorum.

Bu rezalet ilk değil. Kredi kartı veren pek çok kuruluş böyle sigortalarla büyük paralar topluyorlar.

Dikkatli değilseniz farkına bile varamıyorsunuz.

Siz sizden kesilen 11 milyonu önemsemiyorsunuz ama sonuçta banka çaktırmadan ‘‘trilyonlar’’ topluyor.

Üstelik bunu yapanlar sadece bizim ‘‘Şark kurnazları’’ da değil. Bir Amerikan bankası, bir çok uluslu dev.

Soruyorum Citibank'a, aynı uygulamayı ABD'de yapabiliyor mu?

Sıkıysa yapsın. Ama burası Türkiye. İş artık ‘‘bankacıları’’ bile isyan ettirme noktasına geldiyse, sıradan vatandaş ne yapsın!

Projektör Ankara'ya döndü


GEÇEN hafta BDDK'da çalışıp, Kamuran Çörtük'e ‘‘avantaj sağladığından’’ şüphe edilen iki kişinin adlarını verdim.

Hemen bir uyarı geldi:

‘‘O verdiğin isimler önemli değil. Onlar ikinci derecede sorumlu. Asıl olay Ankara'da bitiyor. BDDK'nın Ankara merkezine bak. Zaten Kamuran Çörtük de Ankara'da değil mi?’’

Uyarı ‘‘bu işleri bilen’’ yerden gelince projektörleri Ankara'ya çevirdik. Ve bir isim aydınlanıverdi, ışıklar altında:

Muhammet Ünal.

Bizim yazdığımız Tanbay Viziroğlu ve Hasan Tengiz, Muhammet Ünal'ın yanında çok küçük kalıyorlar.

Muhammet Ünal, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nda Yönetim Kurulu üyesi.

Yani hayli ‘‘kalın’’ enseli.

Fonun başkan yardımcısı.

Ense tahmin edilenden daha da kalın anlayacağınız.

Ve sıkı durun, Muhammet Bey'in sorumluluğundaki konu, ‘‘hukuk işleri’’.

Aslında hukuk işleri ikiye ayrılmış. Alacak ve tahsilat davaları ile ceza davaları.

Ceza davaları Teoman Kerman'a bağlı.

Alacak ve tahsilat davaları ise Muhammet Ünal'a.

Yani Kamuran Çörtük'ten devletin alacağı olan trilyonlarca lirayla ilgili olarak davaları açmayı unutan ‘‘vatanperver’’ kişiler Muhammet Ünal'a bağlı.

Bilmem benim projektör yeterince aydınlattı mı ortalığı.

Bu arada bu yazıları yazıyoruz da, bir şey mi oluyor sanıyorsunuz.

Yoo...

Biz sadece bağırıyoruz.

Kurtlar kuzuların içinde cirit atıyor. Çobanın ise dünya umurunda değil. Nasılsa koyunlar babasının değil ya.

Kodlu habere itirazlar


ADİL Aşırım aradı. ANAP Genel Başkan Yardımcısı.

Milliyet'in haberinde A.A. olarak anılan kişinin kendisi olduğunu söyledi. Bu nedenle de benim ‘‘şerefsiz’’ tanımımı hak etmediğini belirtti.

Haberinde adı geçen Azeri'yi birkaç kez İslam Kamberov'un yanında gördüğünü, bundan başka bir ilişkisi de olmadığını söyledi.

Bu arada MHP Kars milletvekili Arslan Aydar da adının başharfleri Milliyet'in haberindeki başharflerle tuttuğu için müşteki olmuş.

O da aradı. Ona da Milliyet'i aramasını söyledim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Çamur at izi kalsın diyenler, en pis çamurun ellerine yapışan olduğunu anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

AB, düşmanları dost etti

9 Mart 2002
<B>AVRUPA </B>Birliği, Türkiye açısından ilginç bir <B>‘‘turnusol káğıdı’’ </B>oldu. <br> Birbirine taban tabana zıt gibi görünen ve bu zıtlığı zaman zaman sert biçimde vurgulayan grup veya kişiler, birdenbire aynı safta birleştiler.

İşçi Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi bunların öncüsüydü.

Biri ‘‘sağ’’da, diğeri ‘‘sol’’da olduğunu iddia eden iki parti, birdenbire ‘‘Avrupa Birliği karşıtlığı’’nda buluştular.

İşçi Partisi'nin bir il başkanı, ‘‘Bu konuda MHP tabanı müttefikimiz’’ derken, İşçi Partisi lideri Perinçek'in açıklamalarına en ciddi destek de MHP'den geliyor.

Biz sıradan, insanca bir yaşam için Avrupa standardı isteyen Türk halkı tam bu ‘‘siyasal yelpaze karmaşası’’na alışmaya ve durumu hazmetmeye çalışırken, yeni bir şokla sarsılıyoruz.

Bu kez yakınlaşan ve ortak dil kullanmaya başlayanlar bazı ‘‘üst düzey ordu mensupları’’ ile ‘‘Milli Görüş’’ün eskici ve yenicileri.

MGK Genel Sekreteri Kılınç'ın Avrupa Birliği karşıtı açıklamalarına destek Saadet Partisi ve AKP'den geliyor.

Düne kadar 28 Şubat'ın hıncıyla askeri karalayan ‘‘Milli Görüş’’çüler, ‘‘Asker de Erbakan gibi şahsiyetli dış politika istiyor’’ ve ‘‘Erbakan'ın D-8 hayali canlanıyor’’ diyorlar.

Tayyip Erdoğan ise ‘‘Bunları başkaları söylediği zaman yer yerinden oynuyordu’’ diyerek kendi görüşlerinin şimdi askerler tarafından dile getirildiğini anlatıyor.

MGK'nın Genel Sekreteri, MGK'ya en karşı grupların desteğini alıveriyor ve ‘‘bir asker’’ ile Saadet ve AKP aynı noktada buluşuyorlar.

MHP-İP, asker-Milli Görüş dayanışması. Bu Avrupa Birliği yolunda daha neler göreceğiz çok merak ediyorum doğrusu.

Cezalandıralım


İŞ ‘‘sallamaya’’ gelince, Türkiye'de herkes AB'ye girmek istiyor.

Eski yeni cumhurbaşkanları, neredeyse tüm siyasi partiler programlarında ve açıklamalarında Avrupa Birliği'ne girmeyi hedef olarak gösteriyorlar.

Anlaşılıyor ki, Avrupa Birliği bir ‘‘milli hedef’’ ve bu yolda yapılan çalışmalar da bir ‘‘milli politika’’.

Madem bu iş bu kadar milli o zaman Avrupa Birliği karşıtlığını ‘‘ülke çıkarlarına karşı davranış’’ olarak tanımlayalım.

Ülke çıkarlarına aykırı hareket ediyor olmanın da bir müeyyidesi olsun.

Bu suça karşı uygun, caydırıcı bir ceza bularak Türk Ceza Kanunu'na koyalım.

Öyle ya, nasılsa hepimiz AB'yi istiyoruz. Böyle bir yasadan kimse gocunmaz...

Kutlama uğruna ölelim mi?


DÜNYA Kadınlar günü, İstanbul'da Abidei Hürriyet Meydanı'nda ve civarında yollarda kutlandı.

İstanbul yine bitikti dün ama yazacağım o değil.

Birkaç hafta önce kalp ameliyatı olan bir okurum, dün kalp ritmindeki ani bozukluk nedeniyle Florence Nigthingale Hastanesi'ne gitmek üzere yola çıkar.

Hastaneye yüz metre kala içinde olduğu aracın yolu polis tarafından kesilir.

Okurum, ‘‘Hastaneye gidiyorum. Acil bir durum olabilir’’ der.

Polis dinlemez.

‘‘Bu güzergáhta yürüyüş ve miting var. Ambulansla gelsen yine sokamayız. Kusura bakmayın. Başka hastaneye gidin’’ der. Okurum döner ve daha sonra telefonla ulaştığı doktor ona gelir.

Başka bir hastaneye giderler.

Dün böyle pek çok olay yaşandığını düşünüyorum.

İstanbul'un en büyük ve en önemli hastanelerinden birinin, hatta ikisinin bulunduğu güzergáh üzerinde miting yaptırıp, bayram kutlatmak İstanbul'u yönetenlerin ne kadar ‘‘kaliteli’’ olduğu konusunda herhalde size bir fikir verir.

Küçük Turgut geliyor


ÇOK müjdeli bir haber aldım. Haber değeri olduğu için sizinle paylaşıyorum.

Yazılarıyla bana keyif veren çok az sayıda yazardan biri olan Serdar Turgut'un eşi, ünlü Rana Hanım bir bebek bekliyor.

Yani Serdar Turgut yakında ‘‘baba’’ oluyor.

Umuyorum, dedesinin intikamını babasından alacak bir adam olur.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Büyük kurumların gölgesine saklanarak karanlık işler çevirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Orduda çatlak ses olmaz

8 Mart 2002
<B>ASKERİ </B>kanadın iki farklı yerinden iki farklı ses yükseldi dün. Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, ‘‘AB Türkiye için jeostratejik bir zorunluluktur’’ derken, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, ‘‘Türkiye milli menfaatiyle ilgili konularda AB'den yeterli desteği görmüyor. ABD'yi gözardı etmeden İran ve Rusya'yı da içine alan bir politika gütmeliyiz’’ dedi.

Kıvrıkoğlu'nun sözleri ile Kılınç'ın sözleri ilk bakışta birbirine zıt gibi görünüyor. Ama derinde ikisi de ortak bir dil kullanıyorlar. Ve bir yandan okşayıp, bir yandan tokatlıyorlar.

Zaten ayrı dil kullanmaları, ayrı fikirler öne sürmeleri de mümkün değil.

Eğer Kılınç, Kıvrıkoğlu'ndan farklı bir şey söylüyor veya kastediyorsa ve bunu üzerinde üniforması ve MGK Genel Sekreteri sıfatıyla yapıyorsa dün görevden alınmış olurdu.

Alınmadıysa bilin ki, Kılınç vatandaş sıfatıyla değil, ‘‘Orgeneral MGK Sekreteri’’ sıfatıyla konuşuyor.

Benim bildiğim Türk ordusunda ‘‘üst makamın’’ izni olmadan ‘‘alt makam’’ konuşmaz.

İşini yapan mı suçlu?

GAZETELER, dün ‘‘soyguncu’’dan yana tavır alır gibiydi.

Ve görevini yapan ‘‘koruma’’ neredeyse ‘‘katil’’ ilan edilmişti.

Hatta bazıları olayı abartıp, soygunu ‘‘Güle Güle’’ filmine benzetmeye kalkışmışlardı.

Soyguncular son derece ‘‘iyi niyetli’’ bir soygun yaparken, ‘‘kötü’’ koruma onları vurmuştu.

İyi de, koruma ne yapacaktı, bana söyler misiniz?

- Beyefendi bankamızı hangi amaçla soyacaktınız?

- Sana ne ulan, manyak mısın?

- Olur mu beyefendi. Terör maksatlı mı, yoksa özel amaçlı bir soygun mu?

- Git kardeşim işine. Soyuyorum işte. Vallahi vururum, ne olduğunu anlamazsınız.

- Olmaz söyleyin. Terör maksatlı ise sizi vurup öldürmek zorundayım.

- Yapma ya!

- Yaparım.

- Peki ya terör maksatlı değilse.

- Duruma bağlı.

- Koruma mısın, sipariş misin. Ne demek lan duruma bağlı.

- Şu demek eğer soygundan elde edeceğiniz parayı hayırlı bir işte harcayacaksanız, ben size dokunmayacağım. Yok eğer bu parayla zamparalık yapacaksanız, pavyon kapatacaksanız o zaman acımam vururum.

- Oğlum sen koruma mısın, manyak mısın? Vur ulan şu denyoyu!

Bazı gazetelere bakarsanız, görevini yapan koruma bu şekilde davranmalıydı.

Ama bu koruma böyle davranmayarak, ‘‘hayır soygunu’’ yapanları vurdu.

Eğer soygun gerçekten ‘‘hasta babayı ameliyat’’ için yapıldıysa bile, koruma görevini yaptı.

Görevini yapmayanlar ise hastasını ameliyat ettirmek isteyenlere soygundan başka yol bırakmayanlar.

NOT: Güle Güle filmi ile bu soygunu benzetenlerin aklına şaşayım. Eğer soygun hasta tedavi maksatlı yapılsa bile olay Güle Güle'ye uymuyor. Çünkü orada bir hasta tedavi edilmiyor, kara sevdalı bir áşık, aşkına kavuşsun diye soygun yapılıyordu.

Referandum

MESUT Yılmaz Avrupa Birliği konusunda halkın fikrinin sorulmasını ve bu konunun referandumla karara bağlanmasını istemiş.

Son derece doğru bir fikir.

Ancak bir şartım var.

Bu referandum ‘‘açık oyla’’ yapılsın.

Çünkü ülkede ‘‘Ben AB'den yanayım’’ diye başlayıp, ardına koyduğu mazaretlerle aslında AB'ye sonuna kadar karşı olan öyle çok insan var ki!

Oylama açık olsun ki, akla kara ayrılsın...

MASAK'tan bilgi geldi

UZANLAR'ın İş Bankası tarafından fark edilen, HSBC tarafından engellenen ‘‘kara para’’ şüpheli para transferinin, İş Bankası tarafından Mali Suçlar Araştırma Kurulu'na (MASAK) bildirildiğini çok önce yazmıştım.

MASAK da Şişli Savcılığı vasıtasıyla Uzanlar'ın hesabını bloke ettirmiş ve ‘‘kara para’’ soruşturması başlatmıştı.

Hafta başında bununla ilgili ne aşamaya gelindiğini sordum.

Sağ olsun MASAK Başkanı Nejat Coşkun hemen aradı.

Bir devlet adamı ciddiyetiyle, yasanın izin verdiği ölçüde bilgi aktardı:

‘‘Sayın Altaylı, çalışmalar yürüyor. Zor ve nazik bir konu. Kanunumuzun 6. maddesi ve CMUK soruşturmalar tamamlanmadan bu konuda bilgi aktarmamız yasaklar. Davalar açılıp, bilgiler aleniyet kazanmadan ve dosya vicahi hale gelmeden bir açıklama yapamayız. Ancak bir vatandaş olarak müsterih olunuz. Savsaklama veya unutturma söz konusu değildir.’’

Kendisine teşekkür ettim.

Ötesini inşallah günü gelince dava dosyasında göreceğiz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bankalar müşterilerini K, A ve Z harfleriyle kodlamadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Bir bankanın yalan reklamları

7 Mart 2002
<B>UZAN </B>Ailesi, sahip oldukları televizyonda kendi reklamlarını yapmaya başladılar. Bir ‘‘imaj’’ kampanyası yürütüyorlar.

Gerçi onların imajı öyle tek televizyonda yürütülen bir kampanya ile kolay kolay düzelmez ama, Uzan imajını düzeltmek için de para yetmez.

Neyse konumuz o değil.

Konumuz Star televizyonunda yayınlanan İmar Bankası reklamları.

Bu reklamlarda Uzanlar sahip oldukları bankanın sermaye yeterlilik rasyosunu açıklıyorlar.

Her şeyden önce böyle bir reklam yapmaları yasaya aykırı.

Ama Uzanlar zaten yasa masa tanımıyorlar.

İkinci ve daha önemli olan nokta ise verdikleri sermaye yeterlilik rasyosu oranı yalan.

Yalan da değil, kuyruklu yalan.

Uzanlar İmar Bankası'nın sermaye yeterlilik rasyolarının 8.1 olduğunu söylüyorlar.

Bu durum gerçeği yasıtmıyor.

Gerçek rakam bende mevcut ama açıklamam yasalara aykırı.

Bunu açıklamak yasalara aykırı olduğu için de, Uzanlar yalan bir rakamı ‘‘Sermaye Yeterlilik Rasyosu’’ diye ortaya atıyorlar.

Peki buna kim dur diyecek?

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu bu reklamları izlemiyor mu?

Halkın alenen kandırılmasına nasıl göz yumuyorlar.

Bu işin bir yaptırımı yok mu?

Ya Reklam Özdenetim Kurulu ne yapıyor?

Halk yanlış reklamla kandırılıyor.

Bir banka vatandaşa alenen yalan söylüyor.

BDDK İmar Bankası'nın gerçek durumunu bile bile bu duruma göz yumuyor.

Ama ben bunları Reklam Özdenetim Kurulu'na şikáyet ediyorum.

İstiyorlarsa bu banka hakkındaki murakıp raporunu kendilerine gönderip, gerçek sermaye yeterlilik rasyosunu gösterebilirim.

BDDK belli ki, bunların kontrolüne girmiş bile.

Ama birileri halkın ‘‘reklam’’ adı altında kandırılmasına ‘‘Dur’’ demek zorunda..

NOT: Geçmişte bankaların reklamlarına kimse karışmadı. Egebank'ta olanları biliyoruz.

Mısır turizmde bizden akıllı


BAYRAM tatilinde 4 gün Mısır'a gittim. Kızıldeniz kıyısındaki ‘‘suni turizm vahalarına’’.

Çölün denizle birleştiği yerede, taşıma suyla değirmen döndürürcesine, turizm bölgeleri yaratmışlar.

Dünyada aklınıza gelen ne kadar büyük otel zinciri varsa hepsi orada.

Sheraton, Mövenpick, Sonesta, kim aklınıza geliyorsa.

Mısırlı bir turizmci bunun çok doğru bir politika olduğunu anlattı.

‘‘Buraları çok ucuza bunlara kiralıyoruz. Onlar işletiyorlar. Personel bizden, tüketim malları bizden, müşteriyi bulup buraya getirmek onlardan’’ diyor Mısırlı.

Oteller sezon boyu dolu.

Mısır'da yatak kapasitesi Türkiye'nin çok altında. Gelen turist sayısı da öyle. Ama doluluk oranları neredeyse yüzde yüz.

Bunun temel nedeni ise yabancı otel zincirlerinin çokluğu.

Adamlar otellerini dolduruyorlar.

Bir faydası daha var.

Onu da Mısırlı anlatıyor:

‘‘Burada yabancı zincirlerin ve operatörlerin varlığı bizim için çok iyi. Yoksa mahvolurduk. Düşünün her yıl burada pek çok olay oluyor. Turistler öldürülüyor. 50'yi aşkın insanın aşırı dinciler tarafından öldürüldüğü olayı hatırlayın. Ama yabancılar bunları hemen unutturuyorlar. Medyanın gündeminden hemen düşürüyorlar. Çünkü onların işleri bozuluyor. Burada yabancı yatırımcılarla aynı deveye birlikte binmiş gibiyiz. Deve çökerse birlikte çölde yürümek zorunda kalacağımız için deveye iyi bakıyorlar.’’

Mısırlı bizden akıllıydı.

Yoksa orada sahilleri yabancı otel zincirlerine kiralamak yerine, partili yandaşlara verecek kadar uyanık parti liderleri yok muydu?

Fogg değil Atatürk


DOĞU Perinçek bir mektup yollamış ve 1991'deki düşüncelerini, 2002'de nasıl değiştirdiğini anlatan yazıma teşekkür etmiş.

‘‘İşçi Partisi'nin bütün program ve dinamikleri kamuoyu önünde didik didik edilmelidir’’ diyor.

Perinçek, geçmişte Kürt ayrımcılığını desteklemesiyle ilgili olarak Atatürk'ü örnek göstermiş.

Doğu Bey diyor ki: ‘‘Kurtuluş Savaşı yıllarında İngiliz emperyalizmi de Kürtlere özgürlük ve mahalli muhtariyeti savunuyordu, Atatürk de. İngilizler bölmek, Atatürk ise birleştirmek için.’’

Perinçek, Karen Fogg
ile Perinçek'in de bugün aynı şekilde karşı karşıya olduğunu savunuyor. Doğu Perinçek, Atatürk'ün daha sonra karar değiştirdiğini ve çözümün yanlışlığını görüp vazgeçtiğini belirtiyor.Perinçek, İşçi Partisi'nin de katkılarıyla Kürt sorununun ‘‘büyük ölçüde’’ çözüldüğünü anlatıyor.

‘‘Demokratik haklar kabul edilmiştir, Kürtçe dili serbesttir, Kürtçe yayın yapılmaktadır, ırkçılıktan kaynaklanan baskı ve haksızlıklar büyük ölçüde giderilmiştir’’ diyen Perinçek, şu anda öne sürülen taleplerin özgürlük değil, bölücülük adına yapıldığını söylüyor.

Benim mektuptan anladığım kadarıyla Perinçek kendisini Karen Fogg'a değil, Atatürk'e benzetmemiz gerektiğini ima ediyor.

İsteyenin bir yüzü kara da, Atatürk'e de biraz ayıp olmuyor mu Doğu Bey!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Spor kulüpleri halkı dolandırmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku