Paylaş
Şu sıralar birçok icraatından dolayı Başbakan Tayyip Erdoğan'a samimiyetle sormak istediğim soru bu.
Çünkü birçok konuda pragmatik bir siyasetçi olmasına rağmen Erdoğan'ın, meseleleri "bağcıyı dövmeye" kadar götürdüğünü düşünüyorum.
Çok uzağa gitmeye gerek yok.
Alın size iki örnek!
Dün Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) imalat sanayiinde nisan ayı kapasite kullanım oranlarını açıkladı.
Geçen yıla kıyasla hem iç hem de dış talep daraldığı için oran yüzde 14,9 gerilemiş.
Fabrikalar üretim kapasitelerinin ancak yüzde 64,7'sini kullanabilmiş.
Bu, kötü haber!
Fakat işyerlerinde nisan ayı üretim miktarı bir önceki aya göre yüzde 8,5 artmış. Mayıs ayında ise yüzde 9'luk bir artış daha bekleniyormuş.
Bunun kabaca anlamı şu:
AK Parti hükümeti global finans krizini uzun süre siyasi tartışmalarla geçiştirdikten sonra nihayet geçen ay konut-otomotiv ve mobilya dahil bazı sektörlerde üretimin önünü açacak geçici tedbirler alınca kısmi de olsa imalat sanayiinde bir canlanma, önceki aylara göre bir artış yaşandı.
Demek ki içeride ve dışarıda yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen hükümet piyasaları canlandırmaya dönük somut adım atınca somut sonuç da kendiliğinden geliyormuş.
Nisan ayına dair sanayi üretim endeksi ve kapasite kullanım oranları bu gerçeği çok açık bir biçimde gösterdi.
Ekonomi piyasaları hükümetten kayıkçı kavgasını andıran lüzumsuz tartışmalar değil, somut adımlar bekliyor. Somut adım atılınca da karşılık hemen geliyor.
Dilerseniz ne demek istediğimi TÜİK verileriyle biraz daha açayım.
2009 Nisan ayında, işyerlerinin, tam kapasiteyle çalışmamasının nedenleri arasında talep yetersizliği ilk sırada yer almış. Bunda şaşırtıcı bir durum yok.
İç pazarda kapasite kullanım oranlarının düşmesinde talep yetersizliği yüzde 55,4 dış pazarda talep yetersizliği yüzde 31,4 oranında etkili olmuş.
Peki bunun anlamı ne?
İçeride ve dışarıda talebi artırmaya dönük adımlar atmadan sanayinin çarklarını tekrar eskisi gibi döndürmek mümkün değil.
Buna karşılık kapasite kullanım oranlarının düşmesinde her türlü kredi sorunu daha doğru tabirle mali imkânsızlıkların oranı yüzde 3,5.
Sakın yanlış anlaşılmasın, ne bu oranı küçümsüyorum ne de kredi mekanizmalarında yaşanan tıkanmaların bu oranla sınırlı olduğunu düşünüyorum.
Global ekonomik kriz, -bankacılık sistemimiz sağlam olmasına rağmen- Türkiye'de de özellikle reel sektöre akan kredi kanallarını kuruttu.
Bankalar eskisi gibi rahat kredi veremiyorlar. Bunun birçok sebebi var fakat anlaşılan Başbakan'ın bu sebepleri anlamaya ve dinlemeye hiç niyeti yok.
Erdoğan epey bir zamandır kamuoyu önünde bankaları günah keçisi ilan ediyor.
Öyle ki hafta sonu bir açılışta hızını alamayıp TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu'nu bankaları yeterince eleştirmiyorsun diyerek eleştirmiş!
Bilmiyorum ki neresinden düzeltmeye başlasam.
Bir kere yukarıda sunduğum mali imkânsızlığa ilişkin TÜİK verisini Ali Babacan'ın ayağının tozu kurumadan Erdoğan'a aktarması gerekiyor.
Bugün sanayinin yaşadığı sorunlar listesinde kredi sıkışıklığı listenin en altlarında yer alıyor, iç ve dış talep canlanmadan şirketleri krediye de boğsanız çark dönmez!
İki, madem Başbakan reel sektörün kredi sorununu bu kadar önemsiyor, küçük ve orta ölçekli işletmelere bu ortamda ilaç gibi gelecek Kredi Garanti Fonu'nu neredeyse 6 aydır "tamam" demesine rağmen neden devreye sokmuyor?
Üç, acaba Tayyip Bey özel bankaları kredi vermekte isteksiz davrandıkları için bu kadar haşlarken, kamu bankalarına neden bir çift laf etmiyor. Belki farkında değildir, hatırlatayım: Kredi musluklarını kısmak konusunda kamu bankaları özellerin önünde!
Dört, Türkiye'nin önümüzdeki dönem yaklaşık 30 milyar dolar dış sermayeye ihtiyacı var. Ve "Sağır Sultan" bile biliyor ki bu kaynak şu kriz ortamında ancak IMF'den gelir. Peki hükümet ne yapıyor? Bankaların kredi musluklarını biraz daha rahat açmalarını sağlayacak IMF anlaşmasını geciktirdikçe geciktiriyor.
Beş, bir de şu meşhur lakırdı: "Yüzde 11'le mevduat toplayan bankalar yüzde 25'le kredi vermek yerine kolaya kaçıp Hazine kâğıdı alıyor!"
Soran yok: İyi de neden?
Bankacılar salak mı yüzde 25'le piyasaya para vermek yerine yüzde 12 ile Hazine kâğıdı alsınlar? Demek ki hükümet IMF anlaşması dahil kredi piyasasını açacak gerekli güven önlemlerini almamış.
Altı, IMF ile 30 milyar dolara yakın bir anlaşma yapılsa Hazine gidip bankalardan bu oranda borçlanır mı? Cevap gayet basit: Borçlanmaz.
E, o zaman bankalar Hazine gibi az kârlı ama güvenli bir alıcı olmazsa ellerindeki paranın turşusunu mu kuracaklar?
Elbette ellerindeki parayı piyasaya kredi olarak döndürecekler.
Şimdiki gibi ağırdan almak yerine hem maliyetleri hem de kredi mekanizmalarını daha da gevşetecekler.
Daha fazla uzatmaya gerek yok.
Bankaları günah keçisi ilan etmek popülizm dışında Başbakan'a hiçbir şey kazandırmaz.
Zaman popülizm değil piyasaları canlandıracak somut adımlar atma zamanı.
E tabii Erdoğan'ın maksadı gerçekten de üzüm yemekse…
Paylaş