Paylaş
Geçen sabah Doğan Hızlan'ın odasında sohbet ediyorduk. Konu Reşat Nuri Güntekin'e geldi.
O an ‘‘Çalıkuşu’’nu ne kadar özlediğimi hissettim.
Bu bayram ‘‘Çalıkuşu’’ romanını okumaya karar verdim.
Elli yıllık hayatımda, Çalıkuşu'nu üçüncü okuyuşum olacak bu.
* * *
Çalıkuşu'nu ilk defa orta bir veya ikinci sınıfta okudum.
Hayatımda çok az edebiyat kahramanı beni Feride kadar etkilemiştir.
Ben her Anadolu kızının içinde bir Feride görürüm.
Öğretmen okullarından çıkıp Anadolu'nun dağbaşı köylerinde öğretmenlik yapan kızlarda da, elinde bomba ve Kalaşnikof'la terör estiren kızlarda da.
Çok mu ileri gittim bilmiyorum.
Ama ben Feride'yi hep bizim Jeanne d'Arc'ımız olarak gördüm.
Hatta daha güzeli.
Jeanne d'Arc bir tür Erkek Fatma'dır.
Feride ise yaşayan, aşklarıyla, cüretiyle, tabirimi mazur görün, ‘‘fırlamalıklarıyla’’ dipdiri, sempatik bir kız çocuğudur.
O tatlı cüret...
Daha küçücükken bir Arap neferin koynunda uyuyacak kadar tabii ve masum bir cüret.
O meydan okuma...
Daha küçücükken, sevdiği erkeğin, ‘‘Sarı Çiçek’’ adını verdiği başka bir kızla ilişkisi olduğunu öğrendiği an, hiç tereddüt etmeden onu ve ona ait mekánları terk edecek kadar meydan okuyan bir genç kız.
Hayatının ve romanın birinci bölümünü bitiren, o beni mest eden mektup.
* * *
Hafif üstten bakan, müstehzi ve ölçülü bir emir kipi ile yazılmış olan o kısacık mektup:
‘‘Kamran Beyfendi. ‘Sarı Çiçek' romanını baştan başa öğrendik. Bir daha ölünceye kadar birbirimizi görmek yok. Senden nefret ediyorum.’’
‘‘Senden nefret ediyorum’’ cümlesinin aslında, ‘‘Seni ölünceye kadar seveceğim’’ anlamına geldiğini bile bile İstanbul’u bırakıp, sör mekteplerini elinin kenarı ile bir kenara iterek, Anadolu'nun ücra bir köyüne doğru yola çıkan ilk gerçek ‘‘Müslüman misyonerimiz’’.
* * *
Feride'yi neden bu kadar özlemişim?
Acaba Kosova savaşı ile yeniden depreşen şuur altımızdaki o Osmanlı coğrafyasının sessiz çığlığını mı yeniden işittim?
Yoksa, Feride'nin sör mektebindeki ilk kompozisyon ödevinde yazdıklarını mı hatırladım?
Hatırladığınız ilk şey nedir?
Herkesin, saman káğıtlar üzerine, hayalinden uydurduğu altın saçlı anneleri yazdığı sırada, onun dünyanın en büyük denizinde bir balık olarak doğduğunu mu yazması?
O deniz ki, aslında Osmanlı'nın Musul şehrinin dibindeki küçücük bir göldür.
Hatta göl bile değil, bir su birikintisi.
Zabit bir babanın, hasta eşini ve küçük kızını bıraktığı köyün kenarındaki küçücük bir su birikintisidir.
Yoksa başka bir şeyler mi?
Mesela, Musul'dan kalkıp, Arnavutluk'a tayin edilen zabit babanın, İstanbul'da ailesinin yanında bir hafta bile kalamayışının tercümesi olan o vatanseverlik mi?
* * *
Yani ırsi olarak Feride'ye geçen o özelliğin, ateşli mirasın bende uyandırdığı duygular mı?
Herhalde hepsi...
İşte o yüzden zaman zaman Feride yanım uyanır. Erkek olsam da, bir göçmen çocuğu olarak kendimi, Çalıkuşu'nun o kadınsı tutkusuna çok akraba hissederim.
Feride'yi çok özlerim.
Bazen yaşadığım bir olay, okuduğum bir mısra, orada burada gördüğüm bir genç kız, beni hemen Feride'ye götürür.
Feride, bizim kollektif ‘‘deja vu’’müzdür.
Hep birlikte yaşadığımız bir tecrübe.
* * *
İşte o yüzden bazı sabahlar kalktığımda o sesi hep işitirim. Tıpkı romanın sonundaki o cümlede anlatılan sesi:
‘‘Yanlarındaki ağacın dalında bir çalıkuşu ötüyordu.’’
Ve gerçekten inanırım. Her Türk kızının yanıbaşındaki ağacın dalında hiç susmayan bir çalıkuşu öter.
Hepinizin bayramını kutlarım.
Paylaş