Paylaş
Nilgün Sazak vefat etmiş ve geride kalan ailesi ve çocukları, ölüm ilanı vermişlerdi.
Fotoğraf karesinin her santimetresinden modernite ve sevgi ışıldıyordu.
Siz de bakın şu fotoğrafa...
Modern bir kadın...
Belli ki ailesine hep sevgi ve güler yüzlülük vermiş.
Belli ki, hüznünü öfkeye, öfkesini kine, kinini intikam duygularına hiç çevirmemiş.
Oysa gerisinde, bütün bunları taşımasını, hep taşımasını haklı çıkaracak ıstıraplı bir mazi var.
Kocası Gün Sazak’ı 36 yıl önce kaybetmiş.
MHP Genel Başkan Yardımcısı’ydı. Eski bakandı. Milliyetçiydi. Ve 12 Eylül’ün kahredici günlerinden birinde öldürülmüştü.
O günü hâlâ unutamadım.
O ülkücüydü...
Bense sol eğilimli bir öğretim üyesi.
Duygularım, içinden çıkılmaz bir yumağa dönüşmüştü.
Solcu aydınlar öldürülüyordu. Sonra sıra sağcı aydınlara geliyordu.
Çevremde bir o taraftan, bir bu taraftan “Oh olmuş” seslerinin geldiğini işitiyordum.
Üzülmüştüm... Kahrolmuştum...
Çünkü içimdeki üçüncü göz, her intikamı bir başka intikamın habercisi olarak görüyordu.
Hepimiz, önceden herkesin bildiği, ama mani olamadığı kendi ölümlerimizin Kırmızı Pazartesi’ni yaşıyorduk.
Çocuklarının, onu anmak için verdikleri ilana koydukları fotoğrafa bakıyorum.
Gülen, güven veren, toparlayan, sadece güzel şeyleri hatırlamaya, hatırlatmaya çalışan müstesna bir kadın portresi var orada...
Bir kadınla bir erkeğin beraberliğinin mükemmel enstantanesi...
Fotoğraf size şunu söylüyor:
O kadın, acılarla dolu bir mazide, hayaletlerle dolu günlerde bile, kendisini işte bu harikulade fotoğrafla uğurlayacak çocuklar yetiştirmiş.
Emin olun Türkiye’nin aile albümleri böyle harikulade fotoğraflarla doludur.
Geriye, intikam duygularının zerresini bile bırakmayan olağanüstü kadınlar ve erkeklerin fotoğraflarıdır bunlar.
İkisine de Allah rahmet eylesin diyorum...
Ne mutlu o çocuklara ki, yaşadıkları bütün ıstıraplara rağmen, bir anne ve bir babadan böylesine sevgi dolu bir fotoğraf kalmış...
Öyle bir fotoğraf ki, elem dolu bir ölüm ilanını sevgi abidesine dönüştürmüş...
Bu fotoğrafa bakınca bir de acı acı şunu düşünüyorum:
Biz solcular 35 yıl önce böyle bir aileyle kavga ediyormuşuz.
İşte bana en çok koyan da bu...
Artık Taksim’i unutmak istiyorum
BAZI arkadaşlarım soruyor.
Herkes 1 Mayıs’ı yazarken sen niye tek kelime etmedin?
Bütün köşeler gaz bulutuyla doluyken, nasıl olur da sen köşeni caz rüyalarıyla doldurabilirsin?
Arkadaş, benim cevabım çok basit...
Basit de, sen anlayabilir misin emin değilim.
Çünkü herkes hatırlatmaya çalışırken, ben unutturmaya çalışıyorum.
Herkes acı hatıraları yaşatmaya çalışırken, ben öldürmeye çalışıyorum.
Herkes yarını öldürmeye uğraşırken, ben öbür günü kurtarmaya uğraşıyorum.
Çünkü bundan 36 yıl önce yaşadığım o kötü anları artık hafızamdan silmek istiyorum.
O meydanı 34 ölüsüyle birlikte bir nehre bırakmak istiyorum.
Bir Hindu cenazesi gibi yanan mumlar ve çiçekler arasında yavaş yavaş uzaklaşsın ve kötü hatıralarını da birlikte götürsün istiyorum.
Çünkü her gün her gece düşünüyorum.
Daha kaç geceler, kaç günler...
Kaç yıllar her gün yeniden açılan yaralarla yaşayacağız?
Sen Dersim’in...
Ben Pınarcık köyünün...
Sen Sivas’ın...
Öteki Bağlarbaşı’ının...
Sen Yassıada’nın...
Öteki üç genç darağacının...
Sen Bedrettin Cömert’in...
O Gün Sazak’ın yasını her gün tutmaya devam ederse...
Sen 28 Şubat’ı hiç unutamazsan...
Öteki daha şimdiden Silivri’nin yaslarını, intikamlarını tasarlamaya başlarsa...
Nasıl çıkacak bütün karanlıklar aydınlığa...
Nasıl gelecek o özlediğimiz barış bu ülkeye...
Karşılıklı bilenmiş bıçaklar...
Sivriltilmiş dişler...
Kenetlenmiş yumruklar...
Namluya sürülmüş mermiler...
Tetikten hiç çekilmeyen takallüs etmiş parmaklarla mı...
Kusura bakmayın...
Ben de istemiyorum artık 1 Mayıs’ta her yıl canlandırılmaya çalışılan o 34 bedeni...
Bana ölümleri, cinayetleri, katliamları hatırlatan bütün o meydanları terk edelim istiyorum. Dünlerde değil...
Hatta bugünlerde bile değil...
Yarınlarda yaşamak istiyorum artık.
Arkadaş o günkü gaz dağıldı şimdi gel serinkanlı bakalım
ARADAN bir hafta geçti.
Ortalığı kaplayan gaz bulutu dağıldı. Şimdi biraz serinkanlı bakalım.
O gün Taksim’de kutlama gerçekten tehlikeli değil miydi?
Bir tarafta çukurlar, demir kazıklar, ağır paletli makineler...
Bir tarafta 50 bin, 100 bin heyecan dolu ruh, enerji yüklü beden...
En küçük bir panik...
Ufacık bir tahrik...
Minnacık bir kıvılcım...
Nelere mal olabilirdi hiç düşündün mü...
Başbakan’a kızabilirsin.
Atılan gazın orantısını, orantısızlığını tartışabilirsin.
Ama devlet sorumluluğu taşıyorsan...
En küçük diye bile gördüğün bu riskleri, en büyük ciddiyetle dikkate almak zorundasındır.
Belki o gaz fazladır, ölçüsüzdür, tehlikelidir.
Ama bil ki, riski o gazdan da büyüktür. Yani alınan karar doğrudur...
Allah’ım bizi Selçuklu mimarisinden koru
AÇIK açık yazacağım.
Geçen ay “İllegal telefon dinlemeleri komisyonu”nun daveti üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gittim.
Milletvekillerinin odalarının bulunduğu binadaydı.
Kimse alınmasın ama o bina bir felaket.
Dışı felaket, içi daha büyük bir felaket.
Bir Meclis’in ana binasına bakıyorum... Bir de yandaki o yavru eklemelere...
İçimden şu feryat yükseliyor.
“Allah’ım bizi şu Selçuk mimarisinin tasallutundan kurtar...”
1960’lardaki Karadeniz mimarisinden sonra başımıza gelen en büyük mimari felaket “Selçuk mimarisi...”
Daha doğrusu Selçuk mimarisi özentisi. Taksim’e yapılmakta olan bina, bana göre bu şehri ileri götürmüyor.
Daha fenası tarihe de götürmüyor.
Geriye götürüyor.
Bana Orta Asya’daki demode, zevksiz şehirleri hatırlatıyor.
Ve modern Türk mimarlarının artık seslerini yükseltip, dur diye bağırmasının zamanı geldi diyorum.
Bilelim ki, Selçuklu mimarisi özentisi başımıza yeni bir 60’lar felaketi getiriyor...
Paylaş