Paylaş
Merak etme, “çıkmak” fiilinin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum.
Sen aradan çekil, bugün kadınlarla konuşacağım.
Evet, yanılmadın...
Muhafazakâr kadınlara çıkma teklif ediyorum.
Şimdi müsaade et de anlatayım.
* * *
Eskiden “Muhafazakâr kadın” denince aklıma sadece başörtülü kadınlar gelirdi.
Artık gelmiyor.
O nedenle yazımın başlığına “Başörtülü kadınlara çıkma teklif ediyorum” diye yazmadım.
Bu zorunlu açıklamadan sonra gelelim asıl meseleye.
Son yıllarda muhafazakâr kadınlarla çok güzel ve benim açımdan öğretici bir ilişki kurmuştum.
Görüşüyorduk, konuşuyorduk, birbirimizin yazılarını okuyorduk...
Ne yazık ki, önce Gezi, sonra 17 ve 25 Aralık olayları aramızdaki duvarları yeniden yükseltti.
Ondan önce muazzam bir sosyal açılım yapan muhafazakâr kadın köşe yazarları, bizim tarafla ilişkilerini bıçak gibi kestiler.
Sanki yine eski ‘bunker’lerine çekilmiş gibi bir halleri var.
Üzülüyorum, çünkü yaratıcı bir sohbet başlamıştı.
Bugün onlara seslenmek istiyorum...
Mesela Sibel Eraslan’a...
Sevgili Eraslan...
Harika romanın “Saklı Kitap”ı bana heyecanla getirdiğin günü dün gibi hatırlıyorum.
“Ne oldu Allah aşkına...
Lütfen elini kalbine koy ve söyle. O kitapta anlattığın kahramanına ne oldu?
İkna odalarından bile başı yukarıda çıkıp da muhafazakâr sevgilisi tarafından terk edildiği gün saçlarını kazıtan o kızın ruh halini bu ülkede benden daha iyi kim anladı.
Kim anlattı ve yazdı...”
“Acının ihramından çıkamayan” o kadını benden daha iyi anlayan bir muhafazakâr erkek var mıydı...
O kadını anladım...
Çünkü ona başörtülü diye değil, kadın diye baktım...
Saçları kazınmış o kızın hali içimi çok yaktı.
Aşk acısının, ikna odasından bile daha ıstıraplı olduğunu çok iyi bilirim de ondan...
Ne oldu da bizler artık hiç konuşamıyoruz...
* * *
Mesela Nihal Bengisu Karaca...
Caz müziğine olan merakını ve bilgisini çok iyi biliyorum.
Neden konuşamıyoruz...
Kamusal sohbet diye bildiğimiz tek mekân siyaset meydanı mıdır yani...
Mesela muhafazakâr kadının “kırk yaş meselesi” hiç mi yoktur...
Çıksak, bir yerde karşı karşıya otursak, sormak isterdim.
Başörtüsü inancı mı açar...
Yoksa, içimizdeki insanı saklamaya mı yarar...
* * *
Mesela Hidayet Ş. Tuksal...
Hiç tanımasam da, oturup konuşmak isterim.
Siyaseten kafa tutmayı bilen bir kadın, acaba hayatının başka hangi alanlarında da kafa tutma cesaretine sahiptir...
Mahremden bahsetmiyorum...
“Çıkmak” fiilini kullandığım zaman, benim sözlüğümde, “bunkerimizden, siperimizden çıkmak” anlamına geliyor.
O yüzden muhafazakâr kadına çıkma teklif ediyorum.
Korkmayın...
Başörtülü erkekler kadar ahlaklıyız...
Hatta bazı şeyleri daha iyi bile anlarız...
En azından kendi payıma...
O yemeği Müjdat Gezen sunsaydı ve deseydi ki
HÜRRİYET Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı’nın, Beyaz Saray Muhabirleri Derneği’nin yıllık yemeğinden aktardığı gözlemleri büyük keyifle okudum.
Hakikatten çok renkli bir geceymiş ve oraya Türkiye’den sadece Hürriyet’in davet edilmesi de bir tesadüf değil.
Çünkü Hürriyet, ekonomik büyüklüğü ve etkisi ile tam bir dünya medyası.
Yemekte Başkan Obama medya kuruluşlarını güzel ti’ye almış.
Mesela, reytingileri düşen MSNBC mensuplarının oturduğu masaya dönüp “Herhalde bu kadar insanı bir daha zor bulursunuz” demiş.
* * *
Düşünüyorum, Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak böyle bir davette konuşsa ve tirajları yerlerde sürünen Yeni Şafak veya Star gazetesinin yöneticilerine dönüp “Bu salondaki kadar insanı bir daha zor bulursunuz” dese acaba onlar da gülüp geçerler miydi?
Ama gecenin en güzel anı, komedyen McHale’in bütün Amerikan siyasetçilerini yerden yere vurduktan sonra söylediği şu son sözler:
“ABD bu yüzden harika bir yer. Çünkü ben bu konuşmadan sonra Gulag’a (Stalin diktatörlüğünün sürgün kampı) değil, Vanity Fair partisine gideceğim.”
* * *
Bir de şunu düşünüyorum.
Erdoğan’ın da katıldığı geceyi mesela Müjdat Gezen sunabilir miydi?
Sunabilseydi, Erdoğan’ı ve bütün siyasetçileri yerden yere vurduktan sonra sözlerini şöyle tamamlayabilir miydi:
“Türkiye harika bir ülke. Ve ben de şimdi buradan çıkınca Silivri’ye değil, Elele dergisinin partisine gideceğim.”
Arada epey bir saat ve çağ farkı var... Washington’daki o gece yapılırken ben uykudaymışım.
Rüyadan çabuk uyanırdım...
Nagalip bir köşe yazarının namağlup yaşama sevinci
ÇOCUKLUĞUMDAN itibaren futboldan öğrendiğim bir kelime var.
“Namağlup...”
Bir takım hiç yenilgi almadan lige devam ediyorsa ona “namağlup” deniyor..
Bense siyasette “nagalibim”...
Hiç galibiyet görmedim.
Oy verdiğim partiler hiçbir zaman iktidar olmuyor...
Tuttuğum takım namağlup olunca seviniyorum. Oy verdiğim parti nagalip olursa da hiç üzülmüyorum.
Yaşama keyfim ve sevincim hiç azalmıyor...
Üstelik şöyle de bir durum var.
Siyasette nagalibim ama, çalıştığım kurum Hürriyet hep namağlup...
Medya liginin hep zirvesinde.
Siyasette nagalip insanların yaptığı gazeteler çok satıyor, daha keyifli.
Yine o insanların yaptığı televizyon programları, filmler, diziler hep namağlup...
Reyting rekorları kırıyor.
Bir de siyasette namağlup arkadaşların yaptığı gazetelerin sefaletine, yazdıkları yazıların acınacak hallerine bakıyorum...
Galiba kültürel ve sosyal hayatta nagaliplik güzel bir şey...
Paylaş