Ertuğrul Özkök: Kırmızlı astarlı Napolyon Celal






Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

BEN Celal Sılay'ı hiç tanımadım. Bir cihan imparatorluğunun son yıllarında, 1914'te doğmuş.

1974 yılında ölmüş.

Kendini tanımadım. Şiirini ise çok geç, çok yenilerde keşfettim.

Doğan Hızlan onu ilk defa Park Otel'in balkonunda tanımış.

O anı şöyle anlatıyor:

‘‘Saçsız bir baş, ağzında yarıya kadar ıslanmış, adeta dudağı ile bütünleşmiş bir sigara.’’

Ve hafızasının unutulmazlar hanesine kazılan ilk cümlesi de orada gelmiş:

‘‘Hiçbir şey aramakla bulunmaz.

Meğer ki rastgele.’’

* * *

Hayatını, güzergáhını izleyebileceğim öyle pek fazla ayak izi bulamadım.

Biraz İlhan Selçuk yardım etti.

O da kendisini tanıyanlardanmış.

Bursa Işıklar Askeri Lisesi'nde okurken ona ‘‘Napolyon Celal’’ derlermiş.

1930'lu yıllarda kaputunun yakasındaki kırmızı astarı ters çevirip, köyleri teftişe çıktığı söylenirmiş.

İçki sohbetlerinin en koyu anında birden masanın üzerine fırlayıp Beethoven'in Dokuzuncu Senfonisi'ni çaldırmaya başlarmış.

Sonra efsanesinin daha derin izler bırakan yanlarını öğrenmeye başladım.

Aşklarını yani...

Bir kadına yıldırım aşkıyla tutulmuş. Her şeyini satıp, arkasından Paris'e gitmiş.

Kadını orada bir adamın kolunda görmüş.

Hamileymiş.

Efsaneye göre, işte o gece bütün saçları dökülmüş.

Kitaplarını kendisi bastırır, kendisi elden satar ve kazandığı parayı o gece yermiş.

Hayatı hakkında bulabildiklerim bundan ibaret.

Gözümün önüne, 1930'lu, 40'lı yılların bohem bir kişiliği geliyor.

Fötr şapka, uzun bir palto, ince bıyıklar vs.

* * *

Sonra şiirini okudum.

Baştan sona okudum.

İlk durduğum yerde aklıma gelen soru şu oldu:

Bu kadar ince ve bohem bir kişilik, bu kadar büyük bir şiiri nasıl olup da bu kadar uzun süre benden, bizlerden saklamayı başarmış?

Aslında bu soru yanlış oldu.

Doğrusu şu olmalıydı:

Bu kadar eleştirmen, şiir uzmanı, bu kadar yazar çizer, böyle bir şairi bizlerden nasıl bu kadar uzun süre saklayabildi?

Nasıl olup da iki, üç dört nesli, beş on şairden ibaret bir yüzyıla çevirip, Celal Sılay gibi bir şairi, bir Názım, bir Dağlarca, ne bileyim bir Can Yücel kadar bize tanıtmadılar.

Hasetlik mi, ihmal mi?

Yoksa erken doğmuş bir şairi anlayamamak mı?..

Üstünü bir kalemde çizmek mi?..

Yoksa Hüsran Filizleri'nin hemen girişine yazdığı şu cümle mi:

‘‘Göz aşinası olduğum sevgililerle bakışmaktan, levent vücutlu kadınları seyretmekten zevk duyuyorum. Kitaplar bana lakaydiliği, kemanlar aşkı öğretiyor.’’

Doğan Hızlan onu ‘‘Şehvetperest Fuzuli’’ olarak tarif ediyor.

Onun evleri ve sokakları, bizim küçük dünyalarımıza ait fotoğrafların arabı gibi, taban tabana zıt.

‘‘Sokağı dolduranların birer birer kaybolması

Ey evlerin örttüğü günahlar

...

Sevgililerin yorganlarda atan nabzı

Ey kendi kendini emen dudaklar.’’

* * *

Her Türk çocuğunun edebiyat dersi hatıralarında mutlaka Şinasi'nin ‘‘Şair Evlenmesi’’ vardır.

Benim de var.

Şimdi o haneye hayali bir kitap ismi daha yazıyorum.

‘‘Şair Unutması.’’

Veya ‘‘Şair Unutturması’’.

Erken doğmuş, kendisi çağına prematüre, şiiri ise fazla gelmiş bir şairin bu kadar yıl karanlıklarda kalması ne acı.

O yıllara döndüm.

İçinden şehvet, aşk ve tutku fışkıran bu insanın, onun ıstıraplı cinselliğinin gecelerini, yalnız gecelerini tahayyül ettim.

Ben tahayyül ettim, o yaşamış.

Yaşamış ve yazmış.

Tıpkı şöyle:

‘‘Geceler basınca geceler

Sizler gibi daha

Neceler...’’

* * *

Doğan Hızlan'a, İlhan Selçuk'a ve İhsan Yılmaz'a bu muhteşem şairi bize hatırlattıkları, eşime de bayramda bu kitabı bana zorla okutturduğu için en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Yazarın Tüm Yazıları