Kadife kaplı çekmecenin sırrı

MAKBULE Hanım’ın hikáyesi, geçen yüzyılın başında Elazığ’da Nazmi Efendi Konağı’nda başlıyor.

Konağa henüz yeni gelin gelmiştir.

Kocası Ali Rıza, onu ilk defa komşu evin damında bir düğünü izlerken görmüştür.

Üzerinde pembe ipek bir elbise, başında büyük bir kurdele vardır.

İnce yüz hatları, belirgin kaşları ile tipik bir yöre kızıdır.

* * *

Kırmızı kadife kaplı çekmeceli kasayı işte ilk defa o konakta görecektir.

Bu kutu, onun artık farklı bir aile kültürüne geldiğini gösteren ilk işarettir.

Aile içinde ilk itirazı da işte bu kutu yüzünden olacaktır.

Akşamları güneş battıktan sonra kocası, yüzbaşı ağabeyi ile birlikte yan odaya geçer.

Evin kadınları odadan dışarı çıkarılır.

İki erkek kardeş, o gün ticaretten kazandıkları parayı saymaya başlarlar.

Sayım sonunda Reşat altınları çekmecenin bir gözüne, Mecidiye ile kuruşlar öteki gözüne özenle yerleştirilir.

Sonra kasa kilitlenir ve divanın altına sürülür.

Eşlerin bu gizli para ayini, Makbule için kabulü çok zor bir davranıştır.

Hiçbir zaman kabullenemez.

Ta ki, en acılı gününde o gerçeği öğreninceye kadar.

* * *

Ali Rıza
ile Makbule’nin dört çocuğu olur.

Makbule, okumayı çok seven bir kadındır.

O yıllarda Victor Hugo’yu, Cervantes’i okumaktadır.

Kocası Ali Rıza da onun bu huyundan hoşnut değildir.

Genç karı koca işte bu kültürel çatışma içinde yaşamaktadır.

1920 yılı onlar için büyük bir hayat göçünün başlayacağı yıl olacaktır.

O yıl Ali Rıza, dizlerindeki romatizmanın kalbine vurması sonucu ölecektir.

Bu ölüm, aynı zamanda kırmızı kadife kaplı kasanın esrarının çözülmesine yol açacaktır.

* * *

Cenazeden döndükten sonra kayınbiraderi Ahmet Yüzbaşı, Makbule’yi yanına çağıracak ve o kilitli odaya götürecektir.

Divanın altındaki kırmızı kadife kaplı kasa çıkarılacak, Ahmet Yüzbaşı onu itinayla açacak ve Makbule’yle konuşmaya başlayacaktır.

‘Artık sana ben bakacağım. Bu para senin güvencen. İkincisi ise şu: Yaşın çok genç. İstersen birini bulup evlenebilirsin.’

Makbule
işte o an, kendilerinin odadan çıkarılmasının nedenini öğrenecektir.

O sandık aslında, erkek egoizminin abidesi değil, kadınlarının sosyal güvencesidir.

Osmanlı ve onu takip eden Kurtuluş Savaşı, erkekleri erkenden almaktadır.

Geride kalan kadınları düşünmek gerekir...

* * *

Makbule
Hanım bir daha evlenmedi. Hugo ve Cervantes’i okumaya devam etti.

Onlara Robinson Crusoe’yi ekledi.

Çocuklarına, komşuları olan iki Ermeni kadından ud dersleri aldırdı.

Onları okuttu.

1937 yılının 19 Aralık günü, Gelibolu’da parkinson hastalığından öldü.

Daha 49 yaşındaydı.

Çocuklarından biri, mezar taşına şunu yazdırdı:

‘Ey zair (ziyaretçi)

Ulusa iki asker, bir öğretmen yetiştiren

Fedakár anamızdan bir Fatiha esirgeme.’

Mezar taşını yaptıran dördüncü çocuğu Ayşe, alçakgönüllülüğünden kendi adını yazdırmamıştı.

Yani ulusa yetiştirilen bir evlat daha vardı.

* * *

Makbule
Hanım’ın çocuklarından birinin adı Hatice’ydi.

Hatice, Adana’da kız muallim mektebinde okudu.

Tam bir cumhuriyet öğretmeni oldu.

Anadolu’nun birçok yerinde öğretmenlik yaptı.

Hayatı, cumhuriyetin 10’uncu yıldönümünün kutlandığı gün değişecekti.

Onuncu yıl kutlamaları, Türkiye’deki bütün okullara olduğu gibi, Elazığ Numune İlkmektebi’ne de büyük bir heyecan getirmişti.

Genç bir muallim, bariton sesiyle Cemal Reşit Rey’in Onuncu Yıl Marşı’nı söylüyordu.

Bu genç muallimin adı Abdullah’tı.

Hatice öğretmenle o gün tanışacak ve kısa süre sonra evleneceklerdi.

Tayinler tayinleri izleyecek ve birlikte Türkiye’nin her tarafında yeni cumhuriyetin müfredat programının öğretmenliğini yapacaklardı.

Sonunda yolları İzmir’e çıkacaktı.

Abdullah, İzmir’e girerken babasını hatırlayacaktı.

Çanakkale Savaşı’ndan dönen babası, daha silahını duvara asmadan, Anadolu ihtilalinin başladığını öğrenecekti.

Ahmet Efendi tekrar silahını kuşanacak ve daha Çanakkale’de kaybettiği arkadaşlarının yasını tutamadan, kendini Afyon Ovası’nda Kuvayı Milliye askeri içinde bulacaktı.

9 Eylül’de İzmir’e giren Kuvayı Milliye süvarilerinin içinde o da vardı.

İzmir kurtarıldıktan sonra orada sadece 4 gün kalacak ve memleketine dönecekti.

Yorgun silah artık nihayet asılabilecek, şehit arkadaşlarının yası, milli mücadelenin zaferi ile karışacaktı.

Ahmet Efendi, ‘İzmir çok güzel bir şehir’ diyecekti.

İşte şimdi o şehirde oğlu ve gelini yarım kalmış mücadeleyi tamamlayacaklardı.

Kuvayı Milliye, yerini ilim ordusuna bırakıyordu.

* * *

Hatice öğretmen ile benim hayatım da işte burada, güzel İzmir’de kesişecekti.

Onun babasının, annesinin hayatı Elazığ’ın Eğin Kasabası’nda başlamıştı.

Benimkiler ise Kırcali’den koparılmış.

Gazi İlkokulu’na adımı attığım gün işte böyle bir cumhuriyet öğretmeni beni kollarına aldı.

Benim hayatımda derin izler bırakıp 1990 yılında bu dünyadan ayrıldı.

* * *

Herkesin bir hikáyesi vardır.

Benim sevgili öğretmenim Hatice Birkan’ın hikáyesi de bu.

O bir cumhuriyet öğretmeniydi.

Benim hayatımdaki ilk Çalıkuşu Feride’ydi...

Şimdi oğlu sevgili Üner Birkan’ın onun hakkında yazdığı kitabı okuyorum ve içimdeki ses bu hayata son noktasını koyuyor.

Nur içinde yat sevgili öğretmenim.

(*) Üner Birkan- ‘Makbule’, Tepekule Kitaplığı, İzmir.
Yazarın Tüm Yazıları