RUHİ Su’nun ilk uzunçalarını nereden aldığımı bugün gibi hatırlıyorum.
Rahmetli Erdal Öz’ün Ankara’da Büyük Sinema’nın içindeki kitabevinden almıştım.
Beyaz kapağında, Abidin Dino’nun bir deseni vardı.
Kurtuluş Savaşı’nda kağnı arabasını iten bir kadın deseniydi.
İtiraf edeyim, o deseni AbidinDino’nun klasına yakıştıramamıştım.
Bir şey daha itiraf edeyim.
O gün Ruhi Su’nun plağını dinlemeyi çok istediğim için değil de, daha çok sol çevrelerde onu dinlemek moda olduğu için almıştım.
1960’lı yılların ikinci yarısıydı ve ben Rolling Stones’la, Bob Dylan’la, Pink Floyd’la falan meşguldüm.
Folk müziğe ilgim ise Joan Baez’in sınırında bitiyordu.
Böyle diyorum ama Paris’e doktora yapmaya giderken yanıma aldığım iki üç uzunçalardan biri Ruhi Su’nunkiydi.
İnsan dışarıda ülkesine ait her şeye daha çok sahip çıkıyor.
Ben de Ruhi Su’yu Paris’te daha çok dinledim.
Yıllar sonra Türkiye’ye dönerken, 300’e yakın uzunçalarım vardı.
Bunlar arasında Ruhi Su da bulunuyordu.
Türk müzisyenlerden ona bir de Zülfü Livaneli’yi eklemiştim.
1970’li yıllara geldiğimde, artık repertuvarımda Ruhi Su yoktu.
Biraz da geçmişimle hesaplaştığım yıllardı ve o hoyrat yıllarımdan nasibini alanlardan biri de Ruhi Su olmuştu.
"Elveda Başkaldırı" adlı kitabımı yazmaya hazırlanıyordum.
Geçmişteki yanlışlıklara tepkiliydim...
* * *
Ama...
Hadi bir itirafta daha bulunayım.
Biraz da eski sola çakmak modaydı, onun da etkisi yok diyemem.
İnsan hesaplaşmaya başladığı, bir noktadan itibaren bu hesaplaşma, kendi kendini dövmek halini aldığı zaman, zücaciye dükkánındaki file dönüşüyor.
Etrafta ne kadar zarif biblo, Çin vazosu varsa kırıp geçiriyor.
İşte o yıllarda bir gün oturup Ruhi Su’yu kırıp geçen bir yazı yazdım.
Çok da patavatsızca, fütursuzca, ayarı kaçmış bir yazıydı.
Sırf moda olduğu için Ruhi Su "işkencesine katlandığımızı" falan söyledim.
Belagat öfkesi mi?
Hayır, yazıyı yazarken öyle öfkeli falan değildim.
Belki belagat şehveti demek daha doğru olur.
O yıllarda bazılarımız, şehvetten gözümüz dönmüş şekilde, "Tabu yıkıyoruz" diye etrafta kırmadık eşya bırakmadık.
Sonra da, güya geçmişle hesaplaşmış ilerici edasıyla yürüyüp gittik.
Arkamıza bakmadan, geride bıraktığımız yakınlarının hüzünleri, acıları üzerine basa basa yürüyüp gittik.
* * *
Geçenlerde, biraz da suçluluk duygusuyla yeniden Ruhi Su dinledim.
"Arta Kalan Zamanda" CD’sini hazırladığımdan beri, müzisyenlere karşı daha müşfikim.
Biraz da bu duygunun etkisiyle, dinlemeye başladım.
Sonra takılıp kaldım.
Aradan geçen yıllar, geçmişle hesaplaşma hezeyanlarımı yıkadıkça, moda denilen rüzgárların şiddeti azaldıkça, insan sanatın hazzını daha iyi kavramaya başlıyor.
O gün belki 2 saate yakın Ruhi Su dinledim.
Çok değil daha 10 yıl önce, "İlkel bir saz ve böğürtü bir ses" diye küçümsediğim, "Devrimci işkence" dediğim o müziğin aslında mükemmel bir "Lied" olduğunu anladım.
Uzun uzun, tekrar tekrar dinledim.
Hem dinledim, hem utandım.
Ailesini ne kadar üzdüğümü, ne kadar kızdırdığımı, en kötüsü de, onların kızgınlığından nasıl mazoşist bir zevk aldığımı düşündüm.
Sırtımı ter bastı.
* * *
Dün Ruhi Su’nun ölümünün 23’üncü yılıydı.
Arkadaşları Zincirlikuyu’da mezarının başında toplanacaklardı.
Bir ara, kalkıp gideyim, orada herkesin önünde özür dileyim dedim.
O yazıya çok üzüldüğünü bildiğim eşinin mezarına da çiçek koyayım dedim.