O yaz her şey bugünkünden çok farklıydı. Kırk yaşımı henüz geçmiştim. Dünya kıpır kıpırdı.
Berlin'de duvarlar sallanıyor, Türkiye, Özal'ın açtığı ufuğa doğru hızla yol alıyordu.
Yıl 1987'ydi...
Moskova'da Kiev Garı'na büyük bir keyifle giriyordum.
Saat akşamın 7'siydi.
Etraf sanki öğle vaktiymiş gibi aydınlıktı.
Moskova, beyaz gecelere teğet geçecek bir akşama hazırlanıyordu.
* * *
Bize ayrılan vagonda 10 gazeteciydik.
Amerikalı, Mısırlı, Doğu Alman, Bulgar ve Fransız 10 gazeteci.
Sovyet hükümeti, Çernobil nükleer santralını kazadan sonra ilk defa basına açıyordu.
Davet edilen 10 gazeteciden biri bendim.
Vagonun girişindeki kompartıman Rus görevlilere ayrılmıştı.
İçerde bir semaverden buharlar tütüyordu.
Öbür kompartımanlara yerleşmiştik.
Amerikalı gazeteciler bir çuval bira ve şarap getirmişti.
Trenimiz yavaş yavaş hareket etti.
Kompartımanlardan birini eğlence salonu yapmıştık.
Küçük bir müzik seti vardı.
Django Reinhard çalıyordu.
Sonra Miles Davis'ler, John Coltrane'ler gelmişti.
Gece yarısını etmiştik ama etraf hálá aydınlıktı.
Sonra bir ara uykuya dalmıştık.
Uyandığımda Dinyeper Nehri'nin üzerinden geçiyorduk. Tran Kiev'e giriyordu.
O an Dinyeper'in Boğaz'a, Kiev'in de İstanbul'a benzediğini düşünmüştüm.
* * *
Şimdi geriye baktığım zaman, gazetecilik mesleğinin bana ne büyük keyifli duygular yaşattığını anlıyorum.
Mesleğin beni çok üzdüğü anlarda, ‘‘O büyük keyiflerin de bir bedeli olmalı’’ diye düşünüyorum.
Garbis Keşişoğlu geçen hafta bana çok güzel bir kitap göndermiş.
Adı ‘‘The Mammoth Book of Journalism’’.
Herhalde Türkçe'ye şöyle çevirmek lazım:
‘‘Gazeteciliğin Dev (abide) Kitabı.’’
Bizim Murat Bardakçı gibi tarihçi-gazeteci olan Jon E. Lewis, ünlü gazetecilerin meslek tarihine geçmiş yazılarını toplamış.
İlk yazı Charles Dickens'le başlıyor.
Dickens'in yazarlık kariyerine Morning Herald Gazetesi'nde muhabir olarak başladığını bilmiyordum.
Onun gazetecilik tarihine giren yazısı, ‘‘Roma'da bir adamın başı giyotinle kesildi’’ başlığını taşıyor.
Kitabın ileriki sayfalarına doru ilerliyorum.
Gazeteciliğin dev kitabını yazan Lewis de benim gibi düşünüyor olmalı ki, kitaba aldığı yazılar, hayatın bütün renkliliğini kapsıyor.
Mesela, ‘‘Güreşçiler insan mıdır’’ başlıklı bir yazı da bu külliyata girmiş.
* * *
1966 yılında Evening Star Gazetesi'nde yayınlanmış John Lennon'la yapılmış bir mülakatın başlığı şöyle:
‘‘Biz şimdi İsa'dan daha fazla popüleriz.’’
Aradan yıllar geçmesine rağmen o sözleri hálá hatırlıyorum.
Richard Gott'un 11 Kasım 1967 tarihli Guardian Gazetesi'nde yayınlanan Che Guavera'nın ölümü ile ilgili yazı da gazeteciliğin unutulmazları arasına girmiş.
Yazı şu cümleyle başlıyor:
‘‘Che Guavera'nın cesedi dün akşamüzeri saat 5'te Güneydoğu Bolivya'nın bu küçük kasabasına getirildi.’’
Dreyfus Davası, San Francisco depremi üzerine yazılar da dikkatimi çekenler arasındaydı.
İngiltere'nin efsanevi başbakanı Churchill'in 1900 yılında Afrika'dan yazdığı yazı. Üstelik üzerinde silahla yakalanmış ve ölümden kıl payı kurtulmuş.
* * *
Tabii her gazetecinin gönlünde yatan Ernest Hemingway...
Bu meslekte başka ülkelere göreve giden her gazetecinin içinde biraz Hemingway ruhu vardır.
Hepimiz dışarda biraz o ruha bürünürüz.
Kitabı baştan sona dolaştığım zaman, bizim mesleğimizin ilgi coğrafyasının ne kadar engin ve sınırsız olduğunu gördüm.
Ve eskiden beri düşündüğüm şey yine aklıma takıldı.
Bizim gazetelerimizde hálá gereğinden fazla siyaset var.
Hálá, siyasi yazı yazmayan gazetecilerin ağırlığının olmadığını düşünüyoruz.
Ne kadar yazık ve ne kadar gereksiz bir enerji kaybı.
1987 yılının Haziran ayı çok güzeldi.
Kırk yaşımı henüz geçmiştim. Henüz bıyıklarımı kesmemiştim.
İçimdeki Hemingway henüz silahı ağzına dayayıp tetiği çekmemişti.