KÜÇÜK bir çocukken, Ege Denizi kıyısında oturur uzaklara bakardım.
Benim için ufuk, hayallerimin başladığı yerdi. Karayip Korsanları’nın kaptanı Jack Sparrow’un o harikulade cümlesini, hiç telaffuz etmeden ben keşfetmiştim: “Şimdi ufuklar benim...” Belediye otobüsünde okula giderken, bazen yanımdaki koltuk boş olurdu. Kendimi prens olarak görürdüm. O boş koltuk, elimdeki kadın ayakkabısının tekiydi. Bütün hayallerimi, arzularımı o boş koltuğa oturtur, ayakkabıyı ayağına geçirir, uyup uymadığına bakardım. Hiçbiri uymazdı... Hayat bana olağanüstü güzellikler verdi. Karım, kızım, işim, meydan okuma kudretim, farklı olma, kendi ahlak kitabımı kendim yazma cüretim. Ama yanımdaki koltuk hep boş kaldı. Hep boş kalmaya müebbet bir arayışın, hafıza kaydı olarak kolumda bir dövmeye dönüştü. O boş koltuğu, bir gün neyin dolduracağını hayal ederek bir ömür geçti. * * * Denizatları çok ilginç hayvanlarmış. Erkek ve dişi denizatı her yıl bir defa birbirlerine yosunlar arasında randevu verirmiş. Karşı karşıya gelince, uzun kuyruklarını birbirlerinin bedenlerine dolayıp, dans etmeye başlarlarmış. Dansın bir anında, dişi, yumurtalarını erkeğin karnındaki cebe boşaltıp ayrılırmış. Sonra erkek bu yumurtaları yosunların arasında bir yere bırakırmış. Yani erkek doğururmuş. Richard David Precht’in, “Amour” adlı kitabında bu sahneyi okurken, Enis Batur’un kadını için yazdığı o harika mısrayı hatırladım. “Erkeğim ben bir daha doğuramam seni...” O satırları ilk okuduğumda 30’lu yaşlarımdaydım ve kafam bana çok uzaklardaki ölüm meselesiyle doluydu. Ama o mısradan bana şu tefsir kalmıştı: Bir erkek, kendini erkek yapan kadını ancak kendi doğurabilir. * * * Aradan yıllar geçti... Artık deniz kenarlarında oturup çocuk merakı ile ufuklara bakmıyorum. Baktığım yerde kendim varım... Köksüz bir nilüfer çiçeği gibi sakin sularda dolaşıyorum, kendi kendimi seyrediyorum ve sık sık kendimi kendimle konuşurken buluyorum. Allah bana bir beden verdi. Her sabah boy aynasının karşısına geçip, çırılçıplak, kendime poz veriyorum. Şahidin gözleri, o görmüş geçirmiş bedenin hatıratını her gün yeniden yazıyor. Arada bir, “Keşke omuzlarım biraz daha geniş olsaydı” diye hayıflanıyorum. Sonra unutuyorum. “Bu gövde beni hiçbir zaman başkasının huzurunda mahcup etmedi” diyorum. “Huzurunda” diyorum, çünkü hep yücelttiğim birinin “huzuruna” çıktım. Kendimin ve bir başkasının. Hatıratım devam ediyor. Her erkek gibi zaman zaman iktidarsızlıklar çektim. Hayatın bana bahşettiği olağanüstü güzellik karşısındaki hayranlığımı ifade edememek, ağır bir empotansa dönüştü. İktidarsızlığın sebebini bazen karşımdakine yükledim. Bazen de kendi hallerime... Aşkın ve güzelliğin çağrısına hiçbir zaman bigâne kalmadım. Hayatta her şeye değecek bir davetse, mutlaka icabet ettim. Bana, “Senin en büyük zaafın bu” dediler. İçimdeki “sabitleşmemiş hayvan”, her defasında beni ikna etti. Dünyanın en mahir simyacısına dönüştüm, o zaafı erdeme çevirmeyi başardım. Hayatım kömürlüklerde geçti, ama o karanlık dehlizden simsiyah bir suratla çıktığımda bile elimde göz kamaştıran bir Kaşıkçı Elması vardı. Kendi kendime “Aşk niye vardır” diye sordum. Cevabını okuduğum kitaptaki biyolog verdi: “Ben daha niye erkek ve dişi vardır, o sorunun cevabını bile veremedim. Senin soruna nasıl cevap vereyim...” O zaman “Aşk nedir” sorusuna döndüm. “Aşk, tek kişilik bir tarikattır...” * * * Ve sıra geldi, hayatım boyunca yanımda taşıdığım boş koltukla hesaplaşmaya... Dün 2 Nisan 2011’di. Alelade bir gündü. Sessiz, bir seri katil sükûneti içinde geçen 48 saatin sonuydu. “The thrill is gone” çalıyordu. Yine çırılçıplak aynanın karşısına geçtim. 60 yıl önce gıyabımda verilmiş bir hükmü, vicahiye çevirmenin zamanı gelmişti. Boş koltuk kendimdim... Elimdeki ayakkabıyı kendi ayağıma geçirdim. Uymadı. Anladım ki, artık o boş koltuğu hiçbir şey dolduramazdı. Hayatımın yeni bir gününe başlamak üzere gardırobu açarken, hatıratıma yazdığım son cümle Tolstoy’un ölüm döşeğindeki sözüydü: “Ya mujikler? Acaba onlar nasıl ölürler...”