Paylaş
Önce ona ait gerçeklerden başlayalım.
- ÇÖKEN İMPARATORLUK Osmanlı’nın çöküş dönemiydi. Balkanlar ayaklanmıştı.
Otuz üç yıl boyunca iktidarda kaldı. “Diplomasisi sayesinde o dönem Osmanlı bir karış toprak kaybetmedi” diyenler de var, “Kıbrıs, Tunus, Mısır, Karadağ, Kars, Ardahan, Batum kaybedildi” diyenler de var.
- EKONOMİ İFLAS ETMİŞTİ 1875 yılında devlet borçlarını ödeyemez haldeydi.
“Muharrem Kararnamesi”ni çıkararak, moratoryum ilan etti.
- İLK ANAYASAYI YAPTI Tahta çıkmadan verdiği sözü tuttu. İlk anayasayı yaptı. Meclis’i kurdu.
- ÇÖKÜŞÜ GECİKTİRDİ Birçok tarihçi onun için “Osmanlı’nın çöküşünü 30-40 yıl geciktirdi” diyor.
- ÇALIŞKANDI Günde 10-15 saat çalışırdı.
- DİNDARDI Kızının anlattığına göre dindar bir insandı. Beş vakit namaz kılardı. Ama aynı zamanda “fen” derdi.
- MODERNDİ Yüzme, atıcılık ve güreş sporlarını severdi.
Tiyatro ve operaya çok düşkündü. La Traviata ve Aida en sevdiği operalardı.
Ancak...
* * *
- AYNI ZAMANDA Meclis’i açmıştı ama “idari sürgün yetkisini” kendinde tutmuştu.
Yaptığı ilk iş Mithat Paşa’yı sürmek olmuştu.
- AYNI ZAMANDA Osmanlı’nın en baskıcı rejimini kurdu.
Darbeleri ve ayaklanmaları önleyeceğim gerekçesiyle, sadece kendine bağlı çok yaygın bir jurnal teşkilatı oluşturdu.
- AYNI ZAMANDA Bütün muhalifleri üzerinde akıl almaz bir baskı kurdu. İnsanları hapse attırdı, sürgüne gönderdi.
Osmanlı’yı bir korku imparatorluğuna çevirdi.
* * *
Şimdi gelelim baştaki soruya.
Bugün sokaktaki insana gidip “Abdülhamid kimdir” diye sorduğunuzda alacağınız cevap büyük bir çoğunlukla şudur:
“Kızıl Sultan...”
“Jurnalcilik, istibdat...”
Oysa bunların hepsini hak eden bir sultan değildi.
Tarihin hafızasıyla toplumların hafızası farklı çalışır.
Tarih ayrıntılara girer, toplumlar seçici bir şekilde hatırlar...
Çünkü, baskı, zulüm, korku ve adaletsizlik bir noktayı geçince, tarih süpürgesi haline dönüşüyor ve yapılan bütün iyi işleri de toplumların hafızasından silip götürüyor.
İspanya ve İtalya’nın en büyük altyapı inşasını iki diktatör yapmıştı.
Kimse onları ekonomideki başarılarıyla hatırlamıyor.
Toplumsal hafıza ve modernite tercihini hep özgürlüklerden, ifade hürriyetinden, adaletten, gerçek demokrasiden yana yapıyor.
Ötekiler onu nasıl hatırlayacak
DÜN Cumhuriyetimizin 89’ncu yılını kutladık.
Cumhuriyet, 11 yıl sonra 100’ncü yaşını kutlayacak.
Bugün sokağa çıkıp sıradan bir insana “Atatürk kimdir” diye sorduğunuzda, eğer son yılların gözü dönmüş fanatiklerinden birine toslamadıysanız, alacağınız cevap şudur:
“Türkiye’yi kurtaran ve Cumhuriyet’i kuran kahraman...”
* * *
1990’lı yıllarda Türkiye’de güçlü bir “İkinci Cumhuriyet” fikri doğdu.
Kavram doğruydu ve gerçek bir değişim ihtiyacını dile getiriyordu.
Ne yazık ki, 1923’te kurulan Cumhuriyet fikrini yenilenemez, değiştirilemez bir fikrisabit olarak kabul edenler bu değişim ihtiyacını anlamadı.
Özal’a büyük haksızlıklar yapıldı.
* * *
Sonra umut doğdu...
Kuvvetli bir Avrupa Birliği fikri etrafında, en az onun kadar kuvvetli bir değişim arzusu ülkenin dört bir tarafında esmeye başladı.
* * *
Bugün geldiğimiz noktada ise “İkinci Cumhuriyet” fikri ve ideali, bizzat o kavramı keşfedenlerin gözünde tam anlamıyla bir hezimete uğramıştır.
Gerçek bir değişimin iki temel ayağı olan düşünce ve ifade hürriyetiyle adalet fikri, sadece bizim değil, bütün dünyanın gözünde çok gerilere gitmiştir.
* * *
Öyleyse temel soruya gelelim.
- Kendimize hedef koyduğumuz, “Cumhuriyet’in 100’ncü yılında” bugünleri neyle hatırlayacağız?
Daha doğrusu, ileriki nesiller nasıl hatırlayacak?
- 1980’lerde Özal’la başlayıp, 1990’larda karşılıklı hatalarla kesintiye uğrayan, ancak 2000’lerden sonra AB idealiyle yeniden canlanan, samimi, adil, herkesi kucaklayan, hür bir Cumhuriyet’le mi?
- YOKSA; baskılar, adaletsizlikler, gizli tanıklar, imzasız ihbarlar, Yani jurnalciliğin postmodern versiyonlarıyla israf edilmiş yıllar olarak mı?
* * *
Önümüzde 11 yıl var...
Cumhuriyet’in 100’ncü yılında Abdülhamid gibi anılmak da var...
Atatürk kadar olmasa da onun gibi anılmak da...
Tercih sadece iktidarın değil, bütün Türkiye’nindir...
O günü beklerken unutmamamız gereken ders de şu:
Hiçbir baskı rejimi sonsuza kadar devam etmiyor.
Bir gün geliyor, insanlar özgürce konuşmaya başlıyor.
Toplumsal hafızanın tarihi de işte o zaman yazılmaya başlıyor.
Paylaş