Mayınlı bir araziye girip oramı buramı paramparça etmekten çekindim.
Korktum, ama düşündüm ki; korkunun ecele faydası yok. Cesaret lazım, bu ülkeye cüretkâr insanlar lazım, kafa göz yarmaktan korkmayacak insanlar lazım. Böyle düşündüm ve yazmaya başladım. Lütfen siz de bu duygularla okuyun. Kendi kafanızı gözünüzü, özellikle de önyargılarınızı kırma pahasına. Bir ezberi, 80 yıllık bir ezberi, bozma; ne bozması, berhava etme pahasına. Öyle okuyun. * * * Bundan 3 hafta önce Paris’te Maillol Müzesi’nde bir sergiyi gezdim. Onunla ilgili bir de yazı yazdım. O sergide beni en çok etkileyen üç eserden biri, bir tabloydu. Size o tabloyu aynen tasvir ediyorum. Ortada çarmıha gerilmiş bir İsa duruyor. Başı hafif yana eğilmiş, ayakları ve ellerinden çarmıha çivilenmiş. Yani, çarmıhın üzerinde ölü bir insan duruyor. Ama henüz etten ve kemikten oluşan bir varlık. Yaşıyor gibi... Çarmıhın dibinde ise, onu izleyen insanlar var. Mecdelli Meryem, İsa’nın havarilerinden bazıları, Romalı askerler, seyirciler... Yüzlerce insan çarmıhtaki ölü İsa’ya bakıyor. Ama dikkat. Aşağıdakilerin hepsi birer iskelet. Yani çarmıhtaki ölü insan etten ve kemikten. Aşağıda yaşayan insanların ise hepsi birer iskelet. * * * Tablo diyor ki: İsa, 2000 yıldır yaşıyor. Ötekilerin ise hepsi, o daha çarmıhtayken ölüydü. Tabloya baktım ve düşündüm. “Paradigma kırmak işte budur.” Yani ezberi bozmak. Yaşayanı ölü, ölüyü ise yaşayan farz etmek. O gün, yani İsa’nın çarmıha gerildiği gün için, absürd bir şey. İsa’yı çarmıhta gösteren binlerce tablo var. Hepsi tam aksini çizmiş. Ama, İsa’nın çarmıha gerildiği o tepeye bugün bakarsanız ne görürsünüz? İsa hâlâ yaşıyor, ötekilerin ise hepsi ölü. Öyleyse, bozulan ezber, yıkılan tabu, kırılan put bize neyi anlatıyor: Hakikatin ta kendisini değil mi... * * * Türkiye, tarihinde ilk defa Kürt meselesini en çarpıcı ve en gerçekçi biçimde tartışıyor. Diyorum ki, artık zamanı gelmiştir. Şarkı söylemenin zamanı da gelmiştir, farklı söylemenin zamanı da... Kaderin cilvesine bakın ki, farklı şeyi söyleme cesaretini bugün, Türkiye’de üniter devletin en muhkem kalelerinden biri olan “Cumhuriyet” Gazetesi’nin bir yazarı buldu: Orhan Bursalı bakın ne diyor: “Türk tarafının elinde tek koz var: Kürtlerin çoğunun ayrılmayı isteyip istemediği. Çünkü doğal veya anormal, tüm ayrılıkların, herkese bir faturası olacaktır. Bu nedenle, bu kozun güçlendirilmesi gerekir.” Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarı açık açık, “Ayrılma kozunu, Türklerin ve Kürtlerin önüne koyalım” diyor. “Cumhuriyet” Gazetesi’nin bir yazarı bunu söyleyebiliyorsa, bütün Türkiye söyleyebilir. Haydi gelin ağzımızı alıştırmak için hep birlikte soralım: “Türklerle Kürtler birlikte yaşamak zorunda mıdır?” Eğer bu ortak iradeyi gösterip yaşayabileceksek, tabii ki yaşayalım. Tabii ki hem Türkler, hem Kürtler için en iyisi budur. Ama yaşayamayacaksak? Yaşayamayacaksak, artık adını koyalım. Bakın Özal 20 yıl önce “Federasyon dahil her şeyi konuşmalıyız” dediğinde yer yerinden oynamıştı. Şimdi bu soruyu soruyoruz, yer yerinden oynamıyor, yaprak bile kımıldamıyor. Demek ki, 20 yılda mesafe kat etmişiz. * * * Anayasamız üniter devleti vazgeçilmez şart olarak önümüze koyuyor. Türkiye’nin bugünkü tablosunu çizersek, “Yaşayan nizam”, “Yaşatılması gereken nizam” budur. Ama ilerde bir gün bu ülkenin tablosunu çizmeye kalktığımızda ne göreceğiz? Yaşayan nedir, daha o gün, o tepeye çarmıhın dikildiği gün yaşayan hangi nizamdır, çarmıh yere inmeden ölmüş olan hangisi. Bunu görmek için, ille de 2000 yıl sonra açılacak bir “Ölüm sergisini” mi beklemek zorundayız...