Paylaş
Kar yağıyordu.
Ankara’dan İstanbul’a geliyordum. Arabada, Zülfü Livaneli’nin “Sevdalı Başım”ı çalıyordu.
Hiç unutmadım... Unutamıyorum...
* * *
Yıllarca önceydi...
Paris’te “Venedik’te Ölüm” filminin kuyruğunda bekliyordum.
Yan taraftaki plakçıda Mahler’in
“Ölmüş çocuklar şarkısı” çalıyordu.
Hiç unutmadım... Unutamıyorum...
* * *
Yıllarca önceydi...
Bir sabah güneş doğarken Boğaz Köprüsü’nü geçiyordum.
Birazdan uçağa atlayıp Key West’e, Hemingway’in dayak yediği barlara gidecektim.
Sezen Aksu’nun “Ne gemiler yaktım”ı çalıyordu.
Hiç unutmadım... Unutamıyorum...
* * *
Yıllarca önceydi.
12 Eylül’ün karanlık günlerinden biriydi.
Bir arkadaşımın evindeydim.
“Broken wings”çalıyordu.
“Tak şu kırık kanatları ve uçmayı öğren” diyordu.
Hayat bana ne tek bir kırık kanat bırakmıştı, ne de uçabilme umudu...
Hiç unutmadım... Unutamıyorum...
* * *
Daha az yıllar önceydi...
Harika bir Akbük ilkbaharıydı...
Mustafa Ceceli’nin “Limon Çiçekleri” çalıyordu...
O harika nakarat, takılmış plak gibi durmadan kendini tekrarlıyordu:
“Günahını boynuma, seni koynuma alsam...”
Unutmadım... Unutamıyorum...
* * *
İşte o yüzden hep kendi kendime sorarım:
Bazı şarkıları neden hiç unutmayız?
Neden bazı nakaratlar, bir vinil plağın iğnesi gibi takılır kalır kafamızda?
Araya araya bulduğum tek cevap şudur:
Çünkü hayat, bazı hiç unutulmayan ‘an’lardan, kaybedilmeyen hatıralardan, nereye, kime baksan hep onu gördüğün suretlerden, hiç kapanmayan yaralardan...
Hülasa, hep hatırlanan keyifli veya hüzünlü anlardan ibaret bir şeydir.
O yüzden “Sevdalı başım” deyince hatırlarız, o sevda yüzünden “yaktığımız gemiler” gelir aklımıza.
* * *
Dün Ege’ye baharın ‘ilk’i gelmişti...
İzmir’den İstanbul’a dönüyordum.
Leonard Cohen’in “Dance me to the end of love” çalıyordu.
Türkçeye nasıl çevireceğimi bile bilemiyordum.
Nedense aklıma, Kayahan’ın harikulade şarkısı geldi.
“Uçur beni büyük aşkım...”
Bak o şarkıyı da bir yerlerden fena halde hatırlıyorum...
* * *
Hadi hayırlısı, bir bahar daha erken geldi galiba...
O konuştukça küçülüyor Petek Dinçöz sustukça ise...
HANGİ kanalı açsam karşımda o...
Kiminde bağırıp çağırıyor...
Kiminde kaşı gözü yarılmış...
Burnunda palyaço topu gibi beyaz bir bandaj...
Yaka bağır açık, kıyafet desen iyice pejmürdeleşmiş.
O bir zamanların “Dağları zaten ben yaratmıştım, en büyüm müzikhol kraliçelerini de ben yarattım” diyen magazin dünyasının uçan kuşu, âlemin kralı Can Tanrıyar gitmiş, yerine bir yıkıntı kalmış.
* * *
Durmadan, ayrıldığı Petek Dinçöz’ü anlatıyor.
- “Bitti” diyor, ama her cümlesi “Ne bitmesi, ölüyorum” diyor.
- “Ben bitirdim” diyor, gölgesi, “Ne sen bitirdin, bal gibi Petek bitirdi” diyor.
- Ağzı “Yıkılmadım ayaktayım” diyor, yüzü, gözleri, bedeni enkaza dönmüş, ruhu da o enkazın altında kalmış.
* * *
Durmadan soruyor:
“Seni ben yaratmadım mı? Seni müzikhollerin kraliçesi, gece âlemlerinin ecesi ben yapmadım mı?”
Petek Dinçöz susuyor. Onun yerine, ekranlarının karşısındaki görünmeyen bir erkekler ve kadınlar korosu cevap veriyor:
“Kardeşim sen aşk hikâyesi ile Ömer Seyfettin’in ‘Diyet’ hikâyesini karıştırıyorsun...”
Evet, Can Tanrıyar, her konuştukça, her ekrana çıktıkça küçülüyor, kadını kaybetmişti, şimdi geriye kalan her şeyini de kaybediyor.
* * *
Oysa...
Ekrana çıkıp bir kere konuşsaydı, pir konuşsaydı...
Deseydi ki:
“Kardeşim ben âşık bir erkeğim...”
“Ölüyorum” deseydi...
“O bıraktı, ben bırakamıyorum” diye haykırsaydı...
“O unutsa da ben asla unutamam” deseydi...
İmam nikâhını bile rövanş malzemesi yapmasaydı...
Kadınının estetik operasyonlarını bile intikam mezesi haline getirmeseydi...
Belki büyümezdi...
Ama hiç olmazsa, olduğundan bile küçülmezdi...
* * *
Can Tanrıyar konuştukça küçülüyor...
Petek Dinçöz sustukça ise...
Hiç olmazsa küçülmüyor...
Paylaş