Paylaş
Öyle, ev hapishanesinde 3.5 ay hapis yatmak gibi part time bir mağduriyet değildi...
Hollywood’un en parlak senaryo yazarlarından biriydi.
Mesleğinin zirvesindeydi. Bileğinin hakkıyla büyük bir para kazanıyordu.
Soğuk Savaş’ın en ağır yıllarıydı. Antikomünizm, bugün Türkiye’sinin ara rejimini aratmayacak bir bunaltı halinde çökmüştü Amerika’nın üzerine.
McCarthy denen bir cellat çıktı.
Önüne geleni komünistlikle suçladı. Üzerine çarpı konulan herkesin hayatı kaydı.
Tıpkı bugünkü gibi...
Sanatçılar, sinemacılar, gazeteciler, yazarlar, iki dudağın ucundan çıkan iki çift sözle, kara listelere alındı.
Bir dönemin en parlak evlatları işsiz kaldı...
Üç buçuk aylık part time bir mağduriyet değildi.
Full time’dı... Bir ömür geçti...
* * *
Sonra bir gün güneş yeniden doğdu.
Geç doğmuş bir güneşti ama olsun, yine de güneşti.
Aradan 27 yıldan fazla zaman geçmişti.
Otto Preminger bir gün aniden, 1958’de yaptığı olağanüstü filmi ‘Exodus’un senaryosunu yazan kişinin Dalton Trumbo olduğunu açıkladı.
Ondan bir süre sonra bu defa Kirk Douglas, bir başka olağanüstü film olan ‘Spartacus’ün senaryosunu da onun yazdığını ilan etti.
Filmi ilk seyredenlerden biri, bir suikastta hayatını kaybeden John F. Kennedy’ydi...
Ve son olarak 19 Aralık 2011 günü Writers Guild of America, Audrey Hepburn’ün hepimizin gönlüne yerleştirdiği ‘Roma Tatili’ filminin senaryosunu da onun yazdığını açıkladı.
Panhteon’un duvarlarına altın harflerle yazılıyordu.
Cadı avcıları, adını, Hollywood’dan silmeye azmetmişti.
Ama o takma ismiyle iki Oscar kazanmıştı.
Ara rejimin cadı avcılarının isimleri, tarihin çöp tenekesine giderken, onun gerçek adı Hollywood’un Panhteon duvarlarındaydı.
* * *
Trumbo 10 Eylül 1976 günü öldü.
Kendi ismiyle ilk filmi, 1971’de, yani komünist diyerek damgalanıp kara listeye alınmasından 24 yıl sonra yaptı.
‘Johnny Got His Gun’ (Johnny Silaha Sarıldı) filmi, Birinci Dünya Savaşı’na katılan ve bir bombayla görme, duyma, hareket etme yetisini kaybeden genç bir Amerikalı askeri anlatıyordu.
Film, şimdi tam hatırlayamadığım şöyle bir cümleyle başlıyordu:
“Birinci Dünya Savaşı romantik savaşların sonuncusuydu...”
Çanakkale gibi, mertçe savaşların da...
Kurtuluş Savaşı da öyle bir savaştı ve o mert savaştan, Mustafa Kemal Atatürk gibi büyük bir komutan, ondan büyük bir siyasetçi, ondan çok daha büyük tarihi bir reformcu çıkmıştı.
Full time kahramanlardı onlar... Çektikleri mağduriyeti, ülkesine çektirmeyen, o mağduriyeti siyasetin mezesi haline getirmeyen büyük kahramanlar kuşağıydı.
* * *
Biz Türkiye vatandaşları, savaşların mertliğini kaybettiği bir dönemin zavallı insanları olarak büyüdük.
Hayat bize, ruhunu, amacını, mertliğini kaybetmiş savaşların yarattığı zavallı figürleri başarılı kabul etme cezasını verdi.
Savaşların insafsız olduğunu gördük.
Ama şimdi en acısını görüyoruz.
Savaşlar imansız da olabilirmiş...
* * *
Öyle bir savaş ki...
En kutsal kavramlar, en kutsal emanetler, hep kalp hizasında tuttuğumuz kutsal kitaplar, alelade mühimmata dönüştürülmüş.
‘Bunker’lerine mevzilenmiş gaddar komutanlar, insanların en sıradan özel konuşmalarını, parça tesirli bombalar halinde üzerimize fırlatıyor.
Seçilmiş siyasetçiyle yapılmış sıradan bir konuşma, yolsuzluğun kesin belgesi...
Hasta bir dini lidere insani bir geçmiş olsun dileği, Haşhaşin örgütü üyeliğinin kesin kanıtı diye sunuluyor.
Bir taraf, ayakkabı kutularına sığmayan paraları görmezden geliyor, seçimi hırsızlığın referandumu, milli iradeyi yolsuzluğun kılıfı haline getirmeye uğraşıyor.
Öteki taraf ise karanlık fabrikalarda üretilmiş sahte belgelerle, word dosyalarıyla insanların hayatını karartıyor.
Her iki taraf ta, McCarthy dönemini bile masumiyet müzesine çevirecek bir gaddarlıkla savaşıyor.
Ne dini, ne imanı, ne izanı, ne aklı, ne fikri kalmış bir savaş bu.
Dönmüş gözler, Allah’ı ve peygamberi bile kendi saflarının lejyoneri haline getirmek, neferi yazmakta zerre kadar tereddüt etmiyor.
Ama güneş, Türkiye’nin üzerinde de doğacak...
Çünkü, vicdansızın çaldığı kara hızla beyazlaşıyor, “Ak” ise vicdan karşısında hızla kararıyor.
* * *
Ve tarih bize şunu öğretiyor:
* Bir savaş imanını kaybettiği zaman insafını da kaybeder.
* İnsafını kaybettiği zaman ahlakını da kaybeder.
* Ahlakını kaybettiği zaman da, geriye kalan son insani özelliğini...
* Şerefini kaybeder...
* * *
Umarım ülkemizin yaşadığı bu ara rejim trajedisi, romantizmini, mertliğini ve vicdanını kaybetmiş böyle savaşların sonuncusu olur...
Aman arkadaşlar gelmeyin bu tufaya
BEN zamanında bazı tufalara geldim.
Bu tufalar, sırtıma ağır, ruhuma zor yükler bindirdi.
İşim değil, üzerime düşen vazife hiç değil.
Ama bugünlerde bazı gazeteleri okuyunca, içimden aklı başında gazetecilere, yayın yönetmenlerine seslenmek geliyor.
Küçümsemeyin, horlamayın, tecrübe konuşuyor.
* * *
Aman arkadaşlar gelmeyin bu tufalara...
Bir medyanın gemisi su almaya, gövdesi pas tutmaya başladığında...
Bir medya ruhen ve maddeden iflas noktasına gelmişse...
Gemiyi kurtarmaya çalışmak, olmuyorsa filikaya atlayıp kurtulmak yerine...
Çareyi başka gemilere çengel atmakta bulur.
Bilincinin üstünde “Kendimi ona bağlayıp kurtulayım” çaresizliği vardır.
Bilinçaltındaki fesat ise “Ben batıyorum, sen de bat” içgüdüsüdür.
* * *
Batan bazı gemiler şimdi ellerine almışlar bazı kasetleri bas bas bağırıyorlar.
“Niye görmediniz bu haberi, niye kararttınız bu kasedi” diye.
Güya korkutacak, terörle sindirecek, yanına çekecek, suç ortağı yapacak.
Yahu arkadaş, siz değil miydiniz daha dün aynı zatın kasetlerini yayınladılar diye Ali Kırca’nın, Uğur Dündar’ın yakasına yapışan, ümüğünü sıkan, Silivri mahzenlerine göndermek için atmadık iftirayı, yapmadık gammazlığı bırakmayan...
* * *
Bir yandan Meclis’e, illegal konuşmaların yayınlanmasını engellemek için ahlak yasaları getirip, öte yandan insanların illegal kaydedilmiş konuşmalarını yayınlamak...
Perhiz ve lahana bu kadar mı ayaklara düştü artık...
Çifte standart artık bu kadar mı çifte suratlılık, mostralık hale geldi...
* * *
Siz kendi işinize bakın, biz de kendi işimize...
Ben size soruyor muyum, iddianamelerde, fezlekelerde çarşaf gibi yayılan kötü kokuları, bir gazetenin satışında kullanılacak paranın karanlık kaynaklarını niye haber yapmıyorsunuz diye...
Yaparsın, yapmazsın... Senin işin...
Senin hesabını ben değil, senin okurun.
Benimkini de sen değil, benim okurum sorar.
Size küçük de bir tavsiyem var.
Bizlere laf atmak için harcadığınız şu eforun yüzde 1’ini lütfen, tirajları ve itibarları yerlerde sürünen gazetelerinizi adam etmek için harcayın.
* * *
Aklı başında arkadaşlara sesleniyorum...
Kapatın kulağınızı bu iftiralara, bu baskı ve teröre...
Türkiye’nin aklı başında insanlara, gazetecilere, düşünürlere ihtiyacı var...
Geçmişte çok denenmiş de hiçbir işe yaramamış bu medya terörü, ne batan gemiyi iflastan kurtarır ne de hizmet ettiğini sandığı iktidara bir yararı olur...
Paylaş