Acıkan erkekler, acıkan kadınlar

PERŞEMBE akşamı Sardunya’ya gitme hazırlıklarım şöyle başladı.

Capri’ye değil, Sardunya’ya gidiyordum ama nedense işe Peppino di Capri’nin "Luna Caprese"sini dinleyerek giriştim.

Havam değişti.

Yine o sinematografik halime dönüştüm.

Sıra yanıma alacaklarıma geldi.

Yıllar önce kendime beyaz bir ceket almıştım.

Öyle şehirde giyilecek cinsten falan bir şey değildi.

Aslına bakarsanız nerede giyileceğini de bilmiyordum.

Bol, omuzları hafif değil bayağı sarkan, cırlak altın renkli düğmeleri olan bir ceketti.

* * *

O günkü haleti ruhiyem şöyleydi:

12-13 metrelik yelkenli bir tekne alacaktım.

Gündüzleri deniz yaptıktan sonra, Akdeniz tarzı evleri olan küçük limanlara demirleyecektim.

Akşam siyah bisiklet yaka tişörtün üzerine beyaz altın düğmeli ceketimi giyip limana çıkacaktım.

Ceketi aldıktan üç yıl sonra New York’ta gezerken bu defa beyaz bir pantolon görmüştüm.

Önü düğmeli, umursamaz buruşuklukla aşağı doğru kayan bir pantolondu.

Biraz 1930’lar tarzı.

Sinematografik halime tıpa tıpa uyan bir ceketti.

Yıllar geçti.

Yelkenli teknem olmadı.

Olmayan yelkenli tekneme binecek zamanım da olmadı.

Araya hayat girdi.

Olmayan teknemi ve olmayan zamanımı dolduracak heyecanlarımın üzerinden epey hayat bilgisi dersi geçti, epey sınıfta kaldım.

Hepsi birbirinin aynı sabahlarda açtığım gardıroplardan hep lacivert elbiseli, gri elbiseli adamlar fırladı.

Beyaz ceketim kendini unutturdu, giyilecek bir gece bile bulamadı, altın renkli düğmeleri ise alelade birer tenekeye dönüştü.

Elbiseler gecelerini, masalar acıkan insanlarını kaybetti.

Çılgınca hayal ettiğim yelkenler hiç açılmadı.

Gidecek açık denizlerim bitti, döneceğim küçük limanlar ise bana ihanet etti.

Oysa ben çocukluğumdan beri acıkan erkekleri, ondan da çok acıkan kadınları hayal etmiştim.

"Orada kimse var mı" diye bağırdığım her enkazın altından iştahlı bir erkek, iştahlı bir kadın sesi beklemiştim.

Beni hayata bağlayan her şeyi iştahla, büyük bir iştahla sevmiştim.

* * *

Perşembe akşamı boş bir valizin önünde bunları düşünürken birden beyaz ceketim aklıma geldi.

Altın renkli düğmelerini özlediğimi hatırladım.

Anasını satayım, yarın Sardunya’da hayalet yelkenlilere binip, açık denizlere, yeni limanlara gideceğim dedim.

Acıkan erkekler, acıkan kadınlar ülkesine yelken açmaya ant içtim.

Tıpkı Kaptan Jack Sparrow gibi, "Şimdi denizler benim" diyerek dümene geçmeye söz verdim.

* * *

Valiz böyle hazırlandı.

Yanıma sadece, koluma dövdürdüğüm üç Japon harfini aldım...

Hayatımın sonuna kadar bana hep, "Gardırobundan, önce bütün grileri, sonra lacivertleri at, kurtul" diye bağıracak, bana her günü yeniden yaşamam gerektiğini hatırlatacak üç harfimi.

Şifresini kendime bile vermediğim, beyaz ceketime inat üç estetik harikası üç Japon harfi

Ve hayalet bir yelkenli.

Bütün eşyam bu, bir de bitirmek istemediğim hayvanlar kitabım.

Sümüklüböcekler, kelebekler, bizonlar, denizanaları.

Anasını sattığımın gri adamları.

Uzaktan bakınca küçük görünenler, yakına geldikçe daha da küçülenler...

* * *

Uçağımız Sardunya Adası’na doğru inerken aşağıya bakıyorum.

Hayatımda bu kadar mega yatı hiç bir arada görmemiştim.

Dünyanın bütün zenginliği, yaz tatili olarak buraya akıyor diye düşündüm.

Hálá Luna Caprese çalıyordu.

Aşağıda heyula mega yatlar arasında beyaz bir yelkenli süzülüyordu.

12-13 metreydi.

Hayalet tekne, iştahlı insanları, acıkan erkekleri, acıkan kadınları mutlu bir akşama götürüyordu.

Sardunya yolculuğum başlıyordu.

Parmaklarım insiyaki bir hareketle kolumdaki üç harfi okşuyordu.

Hayalet geminin egoist kaptanı Jack Sparrow dümene geçmişti.

"Şimdi bütün denizler benim" diye bağırıyordu.



(*) Jack Sparrow: Karayip Korsanları’nın muhteşem üçkáğıtçısı, inanılmaz denizcisi.
Yazarın Tüm Yazıları