Her bireyin, vatandaş olarak içinde yaşadığı topluma ve ülkeye karşı sorumlulukları vardır. Çünkü içinde yaşadıkları toplumun yaşam kalitesini iyileştirmek, ekonomik, çevresel, kültürel ve sosyal gelişmeye destek vermek tüm bireylerin görevidir.
Kurum ve kuruluşlar için de bu böyledir. Çünkü onlar da birer tüzel kişiliktir ve kurumsal vatandaş olarak onların da sorumlulukları vardır.
Yardımsever, toplum içinde sevilen ve güvenilir biri olmak nasıl kişisel marka değerleri yaratıyor ve bireyi toplum içinde yüceltiyorsa, kurumların toplum tarafından genel kabul görmesi, faaliyetleri ile beğeni ve takdir toplaması da kurumsal marka değerini kuvvetlendiren etkendir.
İşte bu yüzden kurumlar kurumsal vatandaşlık görevlerini yerine getirebilmek için hedef kitleleri ve kamuoyu ile iletişim ekseninde de fırsatlar yaratan “kurumsal sosyal sorumluluk” projeleri üretirler.
Burada kritik nokta toplumsal bir soruna ya da gereksinime odaklanmayan, belirli ve yönetilebilir bir süreci kapsamayan, sürdürülemeyen, kurum çalışanlarınca ve yönetimi tarafından benimsenmemiş, katılımı olmayan, sonuçları ölçülemeyen ve en önemlisi kalıcı değer ve fayda üretmeyen uygulamaların “kurumsal sosyal sorumluluk” kapsamında değerlendirilmemesi gerektiğidir.
Yakın bir zamana kadar “kurumsal sosyal sorumluluk” denince akla "hayır işleri” gelirdi. Kâr eden şirketler, kazançlarının belli bir bölümünü sağlık, eğitim, spor ve benzeri alanlardaki faaliyetlere ayırır ve toplum nezdinde "sempati" toplamaya çalışırdı. Bunun için okullar yaptırılır, hastaneler inşâ ettirilir, spor karşılaşmaları desteklenirdi. Kısacası pazarlama çaluşmalarını kamufle etmeye yönelik faaliyetlerdi.
Günümüzde rekabetin bizi getirdiği nokta, “kurumsal sosyal sorumluluk” anlayışımızın değişmesine de neden oldu. Artık bir zamanların "hayır işleri”, günümüzde bir "rekabet parametresi" durumunda.
“Kurumsal sosyal sorumluluk”, Fortune Dergisi’nin, Financial Times ile her yıl birlikte açıkladığı en beğenilen şirketler araştırmasının da ana kriterlerinden bir tanesi haline geldi. Bunun doğal sonucu olarak başta yatırımcılar, müşteriler, tüketiciler ve diğer sosyal ortaklar nezdinde iş sonuçlarını etkileyen alanlardan biri oldu.
En fazla ciro yapan, en fazla kâr eden, en fazla pazar payına sahip olan şirketlerin performansları eğer “kurumsal sosyal sorumluluk” politikaları ile ilişkilendirilemiyorsa artık çok fazla anlam taşımıyor.
Önümüzdeki dönemin, “kurumsal sosyal sorumluluk” açısından şirketlerin birbirleriyle kıyasıya rekabet edecekleri bir sürecin yaşanacağı görülüyor. Burada erken yol alanlar, doğal olarak bir rekabet avantajı elde edecekler.