Şaka gibi ama bu öykülerin hepsi gerçek

Malumunuz, Yüksek Askeri Şûra öncesi emekliliğini isteyen eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’in bazı subaylarla yaptığı söylenen toplantının ses kayıtları internete düştü.

Doğal olarak da üzerine birçok yorum yapıldı. Şimdi bu konuya girecek değilim. Yerine yıllar öncesi kulak misafiri olmanın ne tip sonuçlar doğuracağına yönelik bir örnek anlatacağım. Bana halen komik gelen bu olay aklıma düştü ve sizlerle tekrar paylaşmak istedim.

Ünlü sinema oyuncusu Müjde Ar’ın fırtına gibi estiği seksenli yılların başıydı. Bir yandan film, diğer yandan sahne çalışması yapan Ar, sosyal etkinliklere katılmayı da hiç ihmal etmezdi. İşte o etkinliklerden birini de Türk Silahlı Kuvvetleri için gerçekleştirmişti. Askeri erkân Etimesgut’taki karargâhta kendisine teşekkür şilti verecekti. Karavanadan yenilen yemek sonrası, karargâhın bahçesinde bulunan çardak altında sohbetle karışık kahveler içilmeye başlamıştı. Bu esnada çardak altındaki gurubun yanına intikal eden iki komutanın anlattıkları kahkaha tufanının patlamasına vesile olmuştu.
Ziyaretin gerçekleştiği gün askeri tatbikat vardı ve eğitimin bir parçası olan bu etkinlikte, askerler tam teçhizatlı olarak savaş oyunu gerçekleştirecekti. Tatbikat start aldığında her zamankinden farklı bir şeyler oluyor, silah elde taarruza geçen askerler kendilerini uçarcasına yerden yere atıp, sipere uzanıyor, adeta Rambo filmlerindeki gibi sahneler yaşanıyordu.

KAMERA ŞAKASI DEĞİL GERÇEK

Onlardaki bu istek ve hareket komutanlarını da şaşırtmış ve kısa bir süre sonra işin aslı anlaşılmıştı. Müjde Ar’ın birliğe gelişini gören ve bazı konuşmalara kulak misafiri olan erler, tatbikat esnasında film çekileceği dedikodusunu yaymıştı. Dolayısıyla da tüm birlik kameralara daha iyi görüntü verme telaşı içine girmişti. Eh, ne de olsa Yeşilçam ayaklarına kadar gelmişti. Her şey iyi hoştu da, bu dedikoduya inananlar, kafalarını şöyle bir kaldırıp “Kamera var mı, yok mu?” diye bakmamıştı. Üstelik Müjde Ar, tatbikat alanının yanından bile geçmemişken.
Daha da komiği birlikteki herkese doğrusu anlatılsa bile günlerce film çekimi konuşulmaya devam etmişti. Duyduklarına inanan bir kısım er ve düşük rütbeli subay dağ tepe kamera aramıştı. Sonunda Müjde Ar’a plaket verilirken çekilen resimler karargah önündeki panoya asılmış, konuya halen şüpheyle bakanların tereddütleri giderilmişti. Aslında bu duruma uygun çok güzel de bir fıkra var. Şu sıra medyadan takip ediyorsunuzdur, Arap Baharı yaşanıyor deniyor ya ve bizim büyüklerimiz Araplarla hiç olmadığı kadar haşır neşir oluyor ya, yeri gelmişken aktarayım istedim.

ARABIN DİLİNDEN ANLAMAK GEREKİYOR

Coca Cola´nın pazarlama temsilcilerinden biri, Arabistan´daki görevinden hayal kırıklığı ile dönmüş ve niye başarılı olamadığını arkadaşlarına anlatmış:
-Beni Arabistan´a ilk gönderdiklerinde iki sorun vardı. Arapça bilmiyordum. Halkta da okuma-yazma öyle iyi değildi. Bu yüzden, onlara vermek istediğim mesajı yan yana üç resim halinde düzenledim.
Birinci resimde bir Arap... Çölde kumların üzerinde sürünüyor, susuzluktan kavrulmuş, ölmek üzere. İkinci resimde, Arap, kumların arasında bulduğu buz gibi Coca Cola´yı içiyor. Üçüncüde ise adam dipdiri, ayakta, canlı ve neşeli...
-Eee, harika fikir. Anlamadılar mı?
-Anladılar anladılar ama... Sorun da bu. Araplar sağdan sola doğru, yani tersten okurlarmış meğer!..

GERİDE EN AZINDAN DİKİLİ AĞAÇLARI VAR

Demin plaket demişken aklıma geldi; Meclis bahçesinin bir bölümü, yabancı ülkelerin hediye ettiği ağaçlara ayrılmış ya, gözüme hemen diplerinde bulunan plaketler takılmıştı. Onlarca plaket arasından dördünün bugün tarihe gömülen ülkelere ait olduğunu fark ettim.
Geriye bir adları, bir de dikili ağaçları kalan bu ülkelerin isimleri ise şöyle: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çekoslovakya, Yugoslavya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti. Şimdi aynı çatı altında birleşen Almanya hariç, dağılan bu üç ülkenin ağacına kimin sahip çıktığını çok merak ediyorum. Örneğin, Çekoslovakya’nın ağacını Çekler mi, yoksa Slovaklar mı suluyor? Ya da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan ülkelere ayda bir sulama sırası düşüyor mu?

85 YIL SONRA KADERİ BU OLMAMALIYDI

İki binli yıllara kadar hükümet üyelerine, önemli politikacı ve bürokratlara ulaşmak için Ankara’nın en önemli adreslerinden biriydi. Orada, yeni siyasi oluşumlar filizlenir, iktidarlar devrilir, kapalı kapılar ardında politik pazarlıklar yapılırdı. Kısacası Anadolu Kulübü, Türkiye Cumhuriyeti’nin gözde kurumları arasında sayılırdı.
3 Ekim 1926 yılında, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifi ve o zamanın Bakanlar Kurulunun aldığı bir kararla kurulmuştu. Anadolu Kulübü’nün kurucuları ve ilk üyeleri Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşları, bakanlar ve milletvekilleriydi. Kuruluş amacı ise ülkemizin çağdaş dünyaya ulaşması için sosyal ve medeni yaşamın gelişimini sağlamak, gereklerini yerine getirmekti.
Anadolu Kulübü, 85 yıllık geçmişinde başta eski ve yeni dönem milletvekilleri olmak üzere, hükümet mensuplarını, yüksek yargı organları başkan ve üyelerini, üst düzey bürokratları ağırladı. Ayrıca devletin tepesiyle bir arada olmak isteyen iş adamlarının içeriye girmek için her türlü yolu denediği bir mekan oldu.

BU KULÜBE GİTMELERİNİ BEKLEMİYORDUK!

Ve geliyoruz bugünlere. Cumhuriyet tarihimizin, yönetim kurulu bakanlardan oluşan ilk ve tek derneği olan Anadolu Kulübü, AK Parti iktidarıyla beraber şaşalı günlerini geride bıraktı. Özellikle iktidara mensup politikacılar yemek dahil her türlü sosyal hizmetin verildiği kulübe gitmez oldu. Hal böyle olunca da meydan, politik yaşamdan beklentisi kalmayan eski milletvekilleri ile emekli bürokratlara kaldı. Tabii, bir zamanlar içeriye girmek için her yolu deneyen iş adamları da iktidar mensuplarının gelmediğini görünce elini ayağını çekti.
Geçenlerde eski milletvekili birkaç dostumla gittiğim Anadolu Kulübü’ndeki terk edilmişlik havası beni çok üzdü. Ulu Önder Atatürk’ümüzün mirası bu mekana gösterilen vefasızlık bir kenara, AK Parti iktidarının ilgisizliği dikkatimi çekti. Alkolsüz restoranlar, kebapçılar, kahvehaneler dururken, her dönem moderniteye açık yüzüyle hizmet veren Anadolu Kulübü’ne gidecek değiller ya!

MARİLYN MONROE BELEDİYE BAŞKANIN KOLUNDA

Son olarak bazı okuyucularımın küçük eleştirisine cevap vermek istiyorum. “Bakıyoruz bir süredir Ankara belediyelerine ve yaptıkları yanlışlara hiç değinmiyorsunuz. Sebebi nedir?” diye soruyorlar. Açıkçası bir sebebi yok. Gördüğüm hataları mutlaka satırlara döküyorum ama yaz rehavetini yaşamaya benim de hakkım var. Bayramdan sonra aynı fikirde olmayacağınızı şimdiden söyleyebilirim. Hatta birazdan anlatacağım fıkrayı kaparo olarak da kabul edebilirsiniz.
Malumunuz Ankara’da bazı belediye başkanları aralarında hiç anlaşamaz. Hele, bir tanesi var ki, bulunduğu konuma da güvenip, agresif kişilik yapısından olsa gerek diğer partiye mensup başkanla kapışır durur. İşte onların bu kapışmasından dolayı üretilen bir fıkra aklıma geldi. Çok hoşuma gittiği için de dayanamayıp köşeme taşıdım.
Fıkra bu ya! İki belediye başkanı da aynı zamanda ölmüş. Her ikisine de bu dünyada yaptıklarından dolayı cehennem yolu gözükmüş. İlkine verilen ceza bundan sonraki yaşamını çirkin mi çirkin, cadıdan bozma bir kadınla geçirmek olmuş. Bu duruma çok içerleyen ve isyan eden başkan, “Bu kadınla hayatımı nasıl geçiririm? Bundan daha ağır bir ceza olamaz” gibi serzenişte bulunurken, gözüne diğeri, yani saldırgan kişilikteki başkan takılmış. Marilyn Monroe kolunda önünden geçen diğer başkanı iyice süzüp, zebanilere seslenmiş;
“Bana ömür boyu cadının birini verdiniz, o ise kolunda Marilyn Monroe geziniyor. Dünyadayken her ikimiz de aynı şeyleri yaptık. Hatta o benden çok daha fazlasını yaptı. Ben ne kadar hatalıysam, O da en az benim kadar hatalı. Cezalarımız niye eşit değil?”
Zebani gecikmeden yanıt vermiş;
“Sızlanmayı bırak, gördüğün O’nun değil, Marilyn Monroe’nun cezası!”
Yazarın Tüm Yazıları