Paylaş
Ardından da sarı bir zemin üzerine altın yaldızlı harflerle “Demokrasi Tarihimizden Kareler- Mehmet Sürenkök” yazılı kitabı elime alıp, sayfalarını sabırsızlıkla çevirmeye başladım. Her bir sayfa geride kaldıkça da derin düşüncelere daldım. 63’üncü sayfaya geldiğim esnada da içimde başa dönüp, daha alıcı gözle inceleme isteği doğdu. Üstelik bu sefer tarih ve sosyal hayatımızın dünüyle bugününü karşılaştırmaya başladım.
Kitap, 1944 yılında Ulus Gazetesi’nde foto-muhabirliğine başlayan Mehmet Sürenkök’ün çektiği fotoğrafları yansıtan bir içeriğe sahipti. 1944 ile 1985 yılları arasındaki siyasi olaylar, liderler, sanatçılar derken 41 yıllık bir sürecin belgelerini kapsıyordu. İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit bir yanda, yedek subay kıyafetli Zeki Müren ile Kıbrıs çıkarması sonrası askere moral vermek için adaya adım atan Fatma Girik diğer yanda. Devlet adamlarının sımsıcak aile görüntüleri, Tunceli’den İstanbul’a uzanan Türkiye manzaraları ve insan profilleri, kısacası sayfalarda yok yoktu.
KOLLEKSİYONCULARIN PARA SAÇACAĞI ARŞİVİ BEDAVA VERDİ
Kitabı hazırlayıp, dağıtan ise rahmetli Mehmet Sürenkök’ün iş adamı oğlu Önder Sürenkök’dü. Hemen vurgulayayım, Önder Bey’in ülkemize katkısı bu kitapla sınırlı kalmamıştı. Öncelikle babasının bütün fotoğraf arşivini beş kuruş para almadan Anadolu Ajansı’na hediye etmiş, bu görsel hazinenin tüm ülkeye, hatta dünyaya mal olmasını sağlamıştı. Eminim ki böylesine değerli bir hazineye koleksiyoncular milyonlarca lira para ödeyebilirdi.
Gelelim Mehmet Sürenkök ve görsel arşiviyle benim alakama. 1977 yılında genç bir stajyer muhabir olarak girdiğim Hürriyet’te ilk tanıdığım kişilerden biri Mehmet Sürenkök’tü. İlerlemiş yaşına rağmen mesleki heyecanı ve refleksleri benim gibi tüm gençleri hayrete düşürmeye yetmişti. Psikolojik sıkıntıya düştüğümüz bir başka gerçek ise omzundan hiç düşürmediği çantasındaki Linhoff ve Leica gibi mükemmel fotoğraf makinelerine kedinin ciğere baktığı gibi bakmamızdı. Bizim kullanmayı hayal bile edemediğimiz bu makinelere yıllarca kazandığını yatırmış ve müthiş bir makine parkına sahip olmuştu.
Sevgili Mehmet ağabeyimizin malzemeleri ne kadar görkemliyse kişiliği de o derece alçakgönüllüydü. Bilgisini, tecrübelerini bizlere aktarmaktan kaçınmaz, makinelerine el sürdürtmeyen diğer meslek büyüklerimizin tam tersi kullanmamız için teşvik ederdi. Celal Bayar, Adnan Menderes gibi liderlere yönelik anılarını ise gözümüzü kırpmadan dinlerdik. Beni esas etkileyen yönü ise sahip olduğu müthiş arşivdi. Bugün kitapta gördüğüm birçok fotoğrafı bizzat kendi elleriyle bana göstermiş ve “Erdal, bunlar benimle beraber ölmeyecek, ömür boyu yaşayacak” demişti.
İNÖNÜ İLE MENDERES ŞİMDİKİ LİDERLERE ÖRNEK OLSUN
Kitaptaki fotoğrafları yeniden ve daha detaycı bir gözle incelediğimde, ister istemez bugünle karşılaştırma ihtiyacı duydum. Örneğin 1950 yıllarında demokrasiye ilk geçişimizi sağlayan seçimlerdeki Celal Bayar’ın mitinglerini, İsmet İnönü ve Adnan Menderes’in iktidardayken halkın arasındaki görüntülerini bugünle karşılaştırdım. Şık kılık kıyafetleri ile alanları dolduran fakir halkla buluşmaları gerçekten görülmeye değerdi. Ne korumalar vardı, ne de liderlerle el ve vücut temasını engelleyen görevliler. Dahası 1951 yılındaki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı öncesi stadyumda sıcak sohbete giren İnönü ile Menderes’in samimiyeti ne kadar keyifli ve insaniydi. Bugünkü liderlere bakıyorum da, bırakın yan yana gelmeyi tören alanına bile gitmiyorlar.
19 Mayıs dedim de araya bir gözlemimi de ilave edeyim. Ankara’nın bulvarlarını, hatta sokaklarını süsleyen afiş ve tabelalar sizin de dikkatinizi çekmiştir. 23 Nisan’ı gölgede bırakmak için Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 24 Nisan gününe organize ettiği Dünya Çocuk Oyunları Olimpiyatı’na yönelik afiş ve tabelalar halen asılı duruyor. Belediye, 23 Nisan için kılını kıpırdatmadı, bari 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için bir iki afiş asar filan dedik, o da yok. Üstelik bu Çocuk Oyunları afişleri yerli yerinde duruyor. Anlaşılan o ki Büyükşehir Belediye’si bu afişleri 30 Ağustos Zafer Bayramı, hatta 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı geçtikten sonra indirecek. Şunun şurasında 29 Ekim’e ne kaldı ki! Ama merak etmeyin Ağustos ayının sonuna denk gelen Ramazan Bayramı’nda cami mehlelerini bile gölgede bırakacak bayram afişleri tüm Ankara’yı kaplar da çocuk afişlerinden kurtuluruz.
BU BULVARI KİM TIRTIKLADI?
Ankara dedim de Mehmet Sürenkök’ün 1970 yılında çekilmiş şehir manzarasını yansıtan bir fotoğrafını enine boyuna inceledim. Şimdi Rixos Otel olan Ankara Oteli’nin üst katlarından çekilmiş. Akay kavşağında, TBMM’nin tam önünde duran bina gözüme çarptı. Burası Meclis Başkanı’nın konutu iken 1960 sonrası Halkevleri Genel Merkezi olan bir bina. Şimdi yerinde yeller esiyor. Bulvarı inceliyorum, geniş yaya kaldırımları ve şık elektrik direkleri var. Bugün bulvarın araç trafiğine ayrılmış yolları aynı büyüklükte ama o geniş kaldırımlar yok olup gitmiş. Besbelli birileri yolu tırtıklamış. Sizce bu yok oluşu kim sağlamış olabilir?
Bir başka fotoğrafta ise tramplenden atlayan yüzücülerin bol olduğu ve etrafı ağaçlarla çevrili Karadeniz Yüzme Havuzu’nu görüyorum. Havuzda kadınlı erkekli insanlar neşe içinde yüzüyorlar. Mehmet Ağabey fotoğrafı 10 Temmuz 1955 yılında çekmiş. Peki, bu havuz şimdi ne oldu? Sizi fazla yormayayım, Devlet Mezarlığı.
AMAN TANRIM, YOKSA GÖKÇEK BİZİ YANLIŞ MI ANLADI!
Zaten bizim yöneticilerin mezarlıklara karşı özel bir ilgisi var galiba. Karşıyaka Mezarlığı’na gidenler iyi bilecektir, buranın yüksek duvarlarına yıllardır asılı duran bir pankartta satırı satırına şu cümle yazılı: “Ankara bir başka güzel” İmza ise tahmin edeceğiniz üzere Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e ait. Halen çözemedim, Ankara, mezarda ebedi uykusunda yatanlar için mi güzel, yoksa bu şehirde halen yaşama çabasında olan bizler için mi? Sonra Gökçek, yıllardır süren yakınmalarımızı yanlış anlamış olabilir mi diye düşündüm ve içimi bir korku kapladı. “Bizi ne zaman yerin altına indireceksin başkan” diye yıllardır Gökçek’in başının etini yememiş miydik? Bizler, metro yap da yerin altına inelim dedikçe, o yanlış anlayıp, bizim için yeni mezarlar hazırlamış olabilir miydi?
GORALI VE AKMAN İÇİN UFAK BİR DÜZELTME
Geçen haftaki köşe yazımda ünü halen süren ve tarihin tozlu sayfalarında yerini alan Ankara markalarını yazmıştım. Gelen iletilerden anlıyorum ki aktardıklarım büyük beğeniyle okunmuş. Bu arada birkaç ufak tefek hata da yapmışım. Örneğin Akman Pastanesi’nin markasına “Elveda” dediğini yazmışım ki, doğrusu “Ulus’taki tarihi mekanına veda” olacaktı. Yoksa Akman markası Kızılay’daki 23 yıllık işletmesinde ve yapımı bitmek üzere olan üretim tesislerinde sürüyor. Bir diğer hatamı da göz göre göre yaptım diyebilirim. Tarihi Goralı Sandivçleri’nin ilk çıkış yerini Sakarya Caddesi’ndeki dükkan olarak yazmışım ki, doğrusu şimdi tarih olan Kızılay’daki Büyük Sinema’nın da içinde olduğu pasajda olacaktı.
Bir de ATO Başkanı ve Panora, Armada gibi AVM’lerin ortağı Salih Bezci’ye neden serzenişte bulunduğum soruluyordu. Hatta yakın bir dostum, Ankara markalarının yaşaması ve kentin markalaşması için çıkıp konuşma yaptı, daha ne yapacaktı ki diye eleştiri getiriyordu. Benim itirazım söylemine değildi ki... Ya neyeydi? diye soracak olursanız; söylemle eylemin bir olmamasınaydı. Konuyu daha da açayım.
SÖZLE EYLEM NEDEN BİRBİRİNİ TUTMUYOR?
Geçen hafta bahsettiğim Ankara’nın iz bırakmış markalarından biri olan Piknik Restoran, 1980’li yılların başında kapanmış ve sahipleri kaçarcasına Amerika’ya gitmişti. Sonra bir baktık Armada AVM’nin fast-food katında küçük de olsa “Piknik” tabelasıyla bir dükkân faaliyete geçmiş. Üstelik kasanın başında da vatan hasretine dayanamayıp, geri dönen markanın sahibi Reşat Önat Bey var. Araştırınca ve kendisiyle konuşunca anladık ki son parasıyla bu dükkanı açmış ve ilk günkü formülüyle hazırladığı ürünlerini yeni nesle aktarmaya çalışıyor. Mc Donald’s, Burger King gibi global markaların arasında tutunmaya çalışan bu ufak dükkanda yaşam savaşını sürdürürken, yine bir baktık ki kapısına kilit vurmuş. AVM’nin belirlediği yüksek kira bedeli onun altından kalkamayacağı bir hal alınca Reşat Bey tekrar köşesine çekilmiş.
İşte Salih Bezci’ye sitemim bundan. Hepimizin kalbinde ayrı bir yeri olan Piknik gibi bazı Ankaralı markaları küresel markalardan ayrı tutup, kirada kolaylık sağlayarak bünyesinde tutabilirdi, ama olmadı. Bir sitemim de Ankaralı markalara karşı tavizsiz olmasınaydı. Biliyorum dünyaca ünlü markalar AVM’lerin prestijini artıyor, daha fazla müşteri çekiyor ama bizlerin de onlarla boy ölçüşecek markalarımız var. Yapması gerekense o ünlü markalara uyguladığı kira sözleşmesinin aynısını Ankaralı markalar için de geçerli kılmaktı. Tabii bir de işlek alanları adil şekilde paylaştırmak. Örneğin Panora’da Burberry, Ralph Lauren gibi uluslararası markalara sağladığı avantaj kadarını Ankaralı markalara uygulasa yeterdi. Ancak kendisinin de ortağı olduğu AVM yönetimleri tam tersini yaptı ve bu dünya markalarına yer açmak için yerli markalara dükkan bile boşalttırdı. Sanıyorum sözle eylemdeki ayrılığın cevabını vermiş oluyorum.
Paylaş