Deniz ve doğayla iç içe tatil imkânından yararlananların aksine günde 15 randevuyu tamamlamak için ter döktüm. Daha önceki yazılarımı okuyanlar iyi bilecektir; doğal güzelliklerin içerisinde bulunan yüksek kapasiteli konaklama tesislerini tek tek inceler, övgü ya da yergilerin şahsi gözlemlerime dayanmasına çok önem veririm. Hürriyet Gazetesi ve temsilcisi olduğum Doğan Burda Dergi Grubu’nun Tempo, Ekonomist, Capital gibi 36 dergisinin sayfalarında yazdığım zaman ise eksiklerin minimum seviyede olmasına gayret ederim.
Bu süreçte Tekirova, Kemer, Side, Manavgat, Alanya derken Antalya’nın bir ucundan diğer ucuna ziyaretlere gittim. Kısa mesafe zannetmeyin, Antalya ilinin kıyı uzunluğu 640 kilometreyi buluyor. Benim için slogana dönüşen “Elinde dondurma, yalayamadan dolaşma” gerçeği bir kez daha tekerrür etti. Akşamları en lüks otel ve tatil köylerinde konaklamama rağmen, gündüzleri ne denize girebildim, ne sahilde şezlonga uzanabildim. O kavurucu sıcakta, o belde senin, bu tesis benim randevuya yetişme telaşına düştüm. Öyle şeyler görüp, yaşadım ki bir kısmını sizinle paylaşmaya karar verdim.
ICE PARTİ’NİN DEV BUZ KALIPLARI
Demin de bahsettim ya, öylesine kavurucu sıcak vardı ki ne arabanın kliması, ne de gölgelik alanlar serinlemeye yetmedi. Belek’deki Spice Otel’in bulduğu çözüm ise dudaklarımda hafif bir tebessüm yarattı. Thomas Cook Primo Ödülü dahil uluslararası birçok ödülü toplayan İçkale Gruba ait Spice Otel, yaratıcı bir aktivite geliştirmiş. Kavurucu sıcaklara kendince bir çözüm de bulmuş, gökyüzünde altın gibi parlayan güneşin altında “Ice Party” yani “Buz Partisi” adıyla bir etkinliğe start vermiş.
Her gün olmasa da haftanın dört günü düzenlediği bu partilerde, hijyen koşullarını ön planda tutarak, altı dönümlük dev havuzuna yüzlerce buz kalıbı atmaya başlamış. Bu şekilde de bir yandan havuzunu soğutmaya çalışırken, diğer yandan da dev buz küpleri, büyük balonlar ve ritmik müzik eşliğinde misafirlerine keyifli saatler yaşatmaya başlamış. Açıkçası bardaktaki içeceklere bile buz bulmakta zorlanılan bir süreçte havuzu dev buz kalıplarıyla doldurmak yaratıcı bir fikir!
TAKSİCİLERİN BIKTIRAN EYLEMİ
O esnada aklıma, görüp de giremediğimiz, duyup da gidemediğimiz gizli cennetler geldi.
Ankara’nı en güzel köşelerinden biri hiç kuşku yok ki Kuğulu Park... Gölbaşı’ndaki iki gölden birisi olan Eymir, Çankaya’nın göbeğindeki Botanik ve Seğmenler Parkı şehir içinde birer vaha gibi. Eryaman’da, etrafı sazlıklarla çevrili Susuz Gölet’in parka dönüştürülmüş hali Göksu Park, Dikmen Vadisi Parkı, Altın Park, yeniden restore edilen Gençlik Parkı ise her an elinizin altında. Siz bunların tümünü zaten biliyorsunuz.
Ancak birazdan aktaracağım burnumuzun dibindeki bazı cennet köşeler eminim ilginizi çekecektir. Örneğin, ABD Elçiliği’nin özel çimlerle donatılmış bahçesi, Alman Elçiliği’nin içinde hara bile barındıran geniş arazisi, TBMM’nin, içinde balıkların yüzdüğü havuzu bile olan bahçesi, Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı’nın gözden ırak tutmayı başardığı ve içinde iki gölet bile bulunan arazi, sırlar diyarı gibi Ankaralılardan saklanır durur. İşte bu hafta gözden ırak bazı özel alanlar ile yeterince tanıtımı olmadığı için bilinmeyen halkın kullanıma açık parkları yazacağım.
DÜNYANIN ÜÇÜNCÜ BÜYÜĞÜ
Hiç kuşku yok ki, siyasetin kalbi Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde atıyor. Peki, Meclis’in kalbi nerede atıyor? Tabii ki hararetli tartışmaları ile vekillerin kürsüden hem halka, hem de birbirlerine seslendikleri Meclis genel kurul salonunda... Ve ardından bitmek bilmeyen heyecanı ve koşuşturmasıyla 350 dekarlık “Meclis Bahçesi”nde.
Büyüklük bakımından kıyaslandığında Londra ve Budapeşte’deki parlamento binalarından sonra üçüncü sırada yer alan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin projesini, 1938 yılında düzenlenen uluslararası bir mimarlık yarışmasını kazanan Prof. Holzmeister hazırlamıştı. 1961 yılında hizmete açılan TBMM binasının bu projesine uygun bir bahçe için de, 1965 yılında peyzaj mimarlığı alanında ilk resmi ulusal yarışma açılmıştı. Her ne kadar seneler içinde meclisin park ve bahçe alanı genişlese de, özünde yarışmayı kazanan Prof. Dr. Yüksel Öztan’ın projesine sadık kalındı. 1968- 72 yılları arasında ön bahçeler, 1979- 99 arasında ise arka bahçe ve Milli Egemenlik Parkı, 2001’den 2006 yılları arasında da spor tesisleri ve üretim alanları arası bölüm yapıldı.
HAVUZDAN KUVVETLER AYRILIĞI FIŞKIRIYOR
Bu arada, sizlere, biraz da sık gittiğim ve karış karış gezdiğim Meclis bahçesini anlatayım. Meclis’in Eskişehir yolundan görünen ön bahçesinde binanın horizantal yapısını kuvvetlendirecek geniş çim alanlar kullanıldı. Ayrıca, bina köşelerine dört mevsim algılanabilecek sütun formlu yüksek ağaçlar dikildi. Gezinti, oturma, çevreyi izleme amaçlı yapılan arka bahçe ise, kent içinden yeşil bir tepe algılaması yaratmak için özel olarak dizayn edildi. Bahçenin bu bölümünde genellikle doğal özellikte ve görünüşteki bitki türlerine yer verildi. İlgi çekici ve uzaktan algılanabilen ağaç ile çalı türleri de ihmal edilmedi.
Bayram fiyatları 50 liralık lahmacunu gölgede bıraktı
Otel sahibi bu parayı sadece yiyecek içecek için değil, tesisin konumu ve yüksek işletme giderleri için aldığını söylerken de, “Arazinin tapusunu satmıyor ya, göz görümlük için de bu kadar para verilmez” diyenler karşında sessizliğe bürünmüştü. Şimdi bu tartışmaları bir kenara bırakıp, yepyeni bir tartışmanın kapısını aralayayım. Birazdan aktaracaklarımı okuyunca, 50 liralık lahmacun ve ayranın bir bardak suda fırtına koparmaktan öteye gitmediğini anlayacaksınız.
Dünya turizminde önemli bir paya sahip Antalya’nın, sadece orta sınıfın değil, zengin turistlerin de cazibe merkezi olduğu bilinen bir gerçek. Son yıllarda Antalya turizminde ‘first class’ denince akla hemen gecelik konaklama bedeli 2 bin - 25 bin dolar arasındaki VIP villalar ve süit daireler geliyor. Bu lüks süit oda ve villaların arasında altın kaplama musluklusu da var, özel havuzlusu da, sinema salonlusu da. Butler denen özel hizmetli ile şahsa özel iskele tahsisi de işin cabası…
Dünyanın dört bir tarafından ‘first class’ tatilciler akın akın bu şehre geliyor, lüksün doruğundaki villalarda akla gelebilecek her türlü konforu buluyor.
RAMAZAN BAYRAMININ FIRST CLASS TATİLCİLERİ
Benim esas bahsetmek istediğim konu ise Ağustos ayında, özellikle de Ramazan bayramına denk gelen üç günde Antalya’ya yolu düşenlerin ‘first class’ tatilci konumuna sokulması. Üstelik normal otel odasında konaklayıp, her şey dahil sistemden başka ayrıcalığı olmamasına rağmen. Sözü daha da uzatmadan konuya gireyim.
Şu sıralar Ağustos ayına, özellikle de Ramazan bayramına denk gelen günlere otel rezervasyonu yaptırmaya kalkanları acı bir sürpriz bekliyor. Özellikle üst sınıf beş yıldızlı otellerde gecelik konuklama bedelleri dudak uçuklatacak kadar tavan yapmış durumda. Diğer sezonlarda, özellikle erken rezervasyonun başladığı Şubat, Mart aylarında bir hafta kalınacak parayla şimdi ancak bir gece konaklama imkânı buluyorsunuz. Üstelik de bazı tesislerde bayram tatilinde boş yer bulabilen şanslılardansanız. Zira tur şirketlerinin portföyünde rezervasyonlar şimdiden kapanmış durumda. O dudak uçuklatan konaklama bedellerine rağmen paraları gözden çıkarsanız bile tek bir boş oda bulamıyorsunuz.
KONAKLAMA BEDELİ KARABORSAYA DÜŞTÜ
Üçüncüsü, yani 2012 Yaz Olimpiyatları 27 Temmuz-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında gerçekleşecek. Sporseverleri ise renkli bir açılış bekliyor. 204 ülkeden yüzlerce sporcunun mücadele edeceği olimpiyat oyunlarının açılışını dünya genelinde yaklaşık 1 milyar kişinin izleyeceği hesaplanıyor.
Sanat direktörlüğünü 8 dalda Oscar kazanan “Slumdog Milyoner” filminin yönetmeni Danny Boyle’un yapacağı açılış töreninde ise 10 bin gönüllü görev yapacak. Ayrıca efsanevi müzik grubu Beatles’in üyesi Paul McCartney’nin de aralarında bulunduğu ünlü sanatçılar sahne alacak.
Gelelim bu organizasyona katılan Türk sporcu kafilesi ve canlı yayınlar dışında olimpiyatın ülkemizle, daha doğrusu Ankara’yla ilgisine. İnanın çok ilginç bir bağ var. Bu bağlantıları birazdan aktarınca eminim size de ilginç gelecek. Hatta gerçek yaşamdan kesitleri içeren hikâyeyi okuyunca biyografik bir romanın tanıtımını yapıyorum zannedebilirsiniz. Roman tadındaki bu hikâyenin içinde ünlüler de var, diplomatlar da, başarı öyküleri de.
Sözü daha da uzatmadan konuya gireyim. Demin de belirtim ya, açılış töreninde tam 10 bin gönüllü görev yapacak. Bunlardan bir kısmı stat içinde, bir kısmı da stat dışında rol üstlenecek. Hiç kuşku yok ki en büyük rolü ise müthiş bir gösteri sunacak olan dansçılar alacak. Gösterinin son bölümündeki 800 kişi ise 15 dakika sürecek görkemli bir şovla finali yapacak.
800 DANSÇI ARASINDA YER ALAN 10 TÜRK
Gösteri ise birçok şarkıdan oluşan miks müzik eşliğinde müthiş dans performansına dayanıyor. Koreografide İngiltere’nin tarihi, sosyal ve kültürel geçmişinden yola çıkılıp, bugünlere geliniyor. Profesyonel ve amatör dansçılar ile akrobatlardan oluşan bu 800 kişinin diğer şov gruplarından çok farklı bir hazırlık dönemi var. Aylardır çok yoğun bir prova süreci geçiriyorlar. İlk başlarda çalışmaları haftada bir günken, son bir ayda çalışma tempoları gitgide artmış durumda. Şimdilerde haftada 3 gün 9,5 saat prova yapıyorlar.
Gösterinin can alıcı bu bölümünü üstlenen final ekibindeki bazı Türk dansçılar ise hikâyemizin ana kahramanı. 800 kişilik ekipte yer alan 10 Türk’ün hepsini tanımıyorum ama aralarından üçünü, hele ki üç kişiden birini çok iyi tanıyorum. İlk ikisinin soyadını bilmiyorum, ancak isimleri Cemile ve Yelda. Cemile, İngiltere’nin güneyindeki bir hastanede hemşire olarak çalışıyor. Avustralya doğumlu ve Türk kökenli Yelda ise Londra’da bir klinikte doktor olarak görev alıyor. Gelelim üçüncü isme. Adı Gamze, soyadı ise Newell. Londra’da oturuyor ve iki çocuğu var. İlginç olan da Gamze’nin yaşam öyküsü...
ÜNLÜ YÖNETMENİN DİKKATİNİ ÇEKİNCE!
Ürünlerin son tüketim tarihlerini, içeriklerini inceleyecek kadar da medeniyiz. Ama Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın nisan ayında hileli gıda üreten markaları kamuoyu ile paylaşması hepimizi endişeye sevk etti. Çünkü aralarında epey yaygın olarak tüketilen ve pek çok kişinin tam olarak güvendiği markalar da vardı. O zaman bizim inceleyemediğimiz tarafta neler oluyor? Gıda güvenliği konusunda bu kadar endişelenmekte haklı mıyız, yoksa abartıyor muyuz?
İşte her şeye şüpheyle bakmaktan yorulduğumuz bir süreçte Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in kapısını çaldım. Bir hayli uzun süren röportajın tamamını da Ankara Temsilcisi olduğum Capital ve Tempo dergilerinde yayımladım. Küçük, ama önemli bir bölümünü de köşeme taşıdım.
Gıda güvenliği ile ilgili alınan bireysel önlemlerin yanında, herkes Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın kendisini ‘vatandaş’ olarak korumasını bekliyor. Bakan Mehdi Eker, bu konuda ‘Çiftlikten Çatala’ anlayışı üzerine politika inşa ederek, 102 yeni yönetmeliği hayata geçirdiklerini söylüyor. Halka da “Şikâyetiniz olursa mutlaka Alo Gıda 174’ü arayın, gerekeni yaparız” diye sesleniyor.
YENİ DÖNEMDE PAKETLERDEKİ DÜZENLEMELER
Eker, gıdada yeni bir dönemi başlattıklarını vurgulayarak söze başlıyor. Ürünlerin ifşası ise yaptıkları yeniliklerden sadece biri… Tabii önceden de sıkı bir şekilde gıda denetimleri yapılıyordu. Belirlenen koşullarda üretim yapmayanları tespit ettiklerinde de gerekli cezai yaptırımları uyguluyorlardı. Değişen tek şey ise önceden firma isimlerini açıklamak için yasal mevzuatları yoktu, şimdi bu eksik giderilmiş oldu. Böylece vatandaşın sağlığıyla oynayanlar ile taklit ve tağşiş yapan firmaları kamuoyuyla paylaşma imkânı doğdu.
Bu yılın ocak ayında gıda, tarım, veteriner hizmetleri gibi birçok konuyu içeren 102 yönetmelik hayata geçti. Bu sayede Bakanlığın yürüttüğü resmi kontroller ve firmanın kendi otokontrol sistemi dışında, artık tüketiciler de firma üzerinde denetim mekanizmasına sahip oldu. Yani bundan sonraki süreçte gıda denetimlerini sadece bakanlık yapmayacak, vatandaşın da denetimde rolü olacak. Bu bilgiler ışığında Bakan Mehdi Eker’e ilk sorumu yöneltiyorum.
Hepsini yakinen tanıyorum ve eşimle birlikte dostluklarından büyük keyif alıyorum. Bir kısmını sizler de biliyorsunuz ya da yaptıkları işleri beğeniyle takip ediyorsunuz. Hiçbiri bulunduğu noktaya kolay gelmedi. Kimi eşini kaybettikten sonra ailesinin sorumluluğunu sırtlanmak için zorunluluktan iş hayatının vahşi çarkına kolunu kaptırdı, kimi girişimci ruhunu başarı öyküsüne dönüştürdü. Ancak her biri en iyisini yaptı, hatta ürettiği hizmeti Türkiye’de tanınır markaya dönüştürdü. Sözü daha da uzatmadan onları öyküsünü en yalın halleriyle anlatmaya başlayayım.
Bu gün tüm ülkede tanınan Big Chef’s kafelerinin sahibesi Gamze Cizreli Diyarbakırlı bir ailenin iyi eğitim görmüş kızı olarak ODTÜ’den mezun olduğunda da hayat mücadelesi de başlamıştı. Bir yandan memur olarak çalışma yaşamına atılmış, diğer yandan da gönlünü kaptırdığı okul arkadaşı Boğaç Üner’le dünya evine girmişti. Bu evlilik meyvelerini verirken de iki erkek evlat aileye saadet getirmişti. Tabii beraberinde daha da büyük sorumluluk...
Karı kocanın çocukları için kuracakları geleceğe yönelik kaygıları girişimci ruhlarıyla birleşince ticaret hayatına atılmaya karar verdiler. Ankara’nın gerçek anlamdaki ilk kafesi olan Cafemis’i kurdular. Onu Kuki Cafe, Şaşa, Quick China gibi başka yatırımlar da takip ederken markalar zincirine hep bir yenisi eklendi. Üstelik bu markalar önce Ankara’da, daha sonrada ülkenin diğer kentlerinde tanınmaya başladı.
MARKA TUTTU AMA FREKANS TUTMADI
Her şey tam istenildiği gibi yolunda giderken girişimci iki gencin evlilikleri üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başladı. Sonuçta da Gamze Cizreli, yanında iki oğlu ve bavulu hem evi, hem de kocasıyla kurduğu tüm işletmeleri terk edip hayata sıfırdan başlamaya karar verdi. Elbette ki Boğaç Üner çocuklarını ve yıllarca aynı yastığa baş koyduğu eşini sokakta bırakmayacaktı ama Gamze’nin gözü kara tavrı çoktan devreye girmişti. Maddi, manevi hiçbir beklentisi olmadan, büyük sıkıntılar çekerek hayata sil baştan adım atmayı yeğledi. Banka kredisi, eş dost desteği derken Filistin Caddesi’nde Big Chef’s kafesini kurdu. Üstelik eski eşinin az ötesindeki bir binanın giriş katına. Ardından aynı binanın üst katına Şahhane isminde Osmanlı- Türk mutfağı ağırlıklı bir restoran açtı.
Hükümet destek verirse 1,5 yıl sonra sizi yerin altında taşıyacağım!” Aşağı yukarı bu anlama gelen sözleri de benim gibi tüm Başkentliler’i pek sevindirdi. Eh ne de olsa vatandaş 16 yıldır böylesine bir müjdeli haberi bekliyordu. Benzer cümleyi en son Murat Karayalçın’dan duymuş ve Türkiye’nin gelişmiş ilk metrosu ile raylı sistemi faaliyete geçmişti. Sonrası ise malum; Ankara’nın bir çok ana arterinde metro çalışması başlamış ama çukurlar, tüneller kazıldığıyla kalmıştı.
İşte o günlerde Gökçek, Kızılay- Söğütözü arasındaki 4,5 kilometrelik tünel kazma işinin sonlandığı müjdesini verdi. Ayrıca metronun faaliyete geçebileceği tarihi de... Bu arada Ankara’daki metro çalışmalarında bir arpa boyu yol gidemeyen Gökçek’in seyir defterine göz gezdiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Mart 2009 seçimlerinden önce bu durumun farkına varıp, oy kaybını önlemek için metronun Ulaştırma Bakanlığı tarafından tamamlanacağını söylemekte gecikmedi. Doğrusu bu sözler de, Melih Gökçek’in seçimleri kazanması için önemli bir vaat oldu. Sonrası ise malum, Ulaştırma Bakanlığı metro işini üstlendi ve ihale süreci, imzalar filan derken yapım işine girildi.
GÖKÇEK’İN KÖSTEBEK ŞOVUNU HATIRLIYOR MUSUNUZ?
Aslında Gökçek’in medya şovu yaptığı Kızılay- Söğütözü tünelinin tamamlanmasında değişen bir şey yoktu. Zira bir metro projesi için en az maliyetli işin tünel kazmak olduğunu, esas paranın içindeki betonarme çalışmalarının, hatlar, elektromekanik düzenek ve vagonlara gittiğini herkes biliyordu.
Peki, o sıralar Gökçek ne yaptı? Bir golf arabasına binip, tünelin içine daldı ve medyaya pozlar verdi. Köstebek marifetiyle kazısı biten tünelin ucundan da az bir mesafe içeri gidip, sonra geri döndü.
İşte o tünel ağzının az ötesinde maalesef bir vatandaşımız göçük altında kaldı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı devir aldığı Kızılay- Çayyolu Metro inşaatında, çalışmanın henüz başlamadığını yazılı bir açıklamayla kamuoyuna duyurdu. O halde göçük nasıl oluştu. Onu da bagi de denen golf arabasına binip, tünel ucunda medyaya şov yapan Melih Gökçek açıklasın. Eminim köstebekten, dolayısıyla o günkü şovundan hiç bahsetmeyecektir.
EMİNİM BU YÜZÜYLE ÇOK SEVECEKSİNİZ
Hadi Pazar keyfinizi daha da kaçırmayayım, sizi bambaşka bir dünyaya taşıyayım. Kendinizi muhteşem bir partinin ortasında bulmak istemez misiniz? Dünyanın dört bir tarafından gelen insanlarla tanışmak, günün ilk ışıklarına kadar eğlenmek keyifli olmaz mıydı? O halde Akdeniz’in incisi Antalya’ya doğru yola çıkalım. Eminim Antalya’yı bu yüzüyle de çok seveceksiniz.
Bu kervana katılan son şehir ise Ankara oldu. 8 Haziran tarihinde startını verdiği Ankara Shopping Fest’i kısmetse 1 Temmuz tarihinde bitirecek. Şimdilerde şehrin dört bir tarafında yer alan alışveriş merkezleri, caddeler ve yüzlerce mağaza indirimli satışlarla ve etkinlikler düzenliyor. Medyadan da takip ettiğiniz üzere festival boyunca konserler, büyük çekilişler, sokak etkinlikleri, görkemli ışık gösterileri filan gerçekleşiyor.
Gelelim kiminin yüksek sesle, kiminin de fısıltıyla seslendirdiği sorulara. Bu Shopping Fest etkinliği şehir için çok gerekli mi? İstanbul ile aynı tarihte yapılması hata değil mi? Festivalin başlamasının üzerinden yaklaşık bir hafta geçmişken Ankara ekonomisine ve tanıtımına bir fayda sağlandı mı?
İsterseniz bu ve benzeri sorulara yanıt bulmaya çalışalım. Süreci başından beri takip etmiş bir kişi olarak öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu etkinliğin Ankara’da yapılması son derece önemli. Yani bu fikrin ortaya atılıp, hayata geçmesinde büyük yarar var ki, öyle de oldu. Ancak tanıtım ve uygulamadaki bazı hatalar ise göz ardı edilmeyecek kadar önemli.
DIŞ TANITIMDA GÖKÇEK YOK
Tanıtımla başlayayım... Organizasyonun ilk yılı olmasına rağmen tanıtım faaliyetleri hiç de fena yapılmadı. Shopping Fest’i düzenleme komitesi Berlin, Moskova gibi şehirlerde yapılan dünyaca ünlü turizm fuarlarında tanıtım atağına geçti. Yerel, ulusal ve yabancı medyada sesini duyurmak için elinden geleni yaptı. Örneğin Berlin ve Moskova turizm fuarlarındaki gayretlerini bizzat gözlerimle gördüm. Başta ATO Başkanı Salih Bezci olmak üzere heyetteki herkes yoğun çaba sarf etti. Ankara ile ilgili broşürler, hediyelik eşyalar, görseller fuarlara katılan herkese ulaştırıldı. Yeterli miydi? Elbette ki “Hayır”... Zira ne heyetin tecrübesi daha iyisine imkan verdi, ne de ayrılan bütçe. Ama duyurunun hiç olmamasından iyiydi. En azından Ankara dünya turizm platformunda dile getirildi.
Bu arada dış tanıtımlarda Melih Gökçek’in hiç ortalarda görünmemesi de olumlu bir olaydı. Eminim onu gören, Ankara’ya geleceği varsa gelmezdi. Şaka bir yana, zaten siyasi getirisi olmayan hiçbir aktivite de kendisini göremezsiniz. Ruslar, ya da Almanlardan oy alacak hali yok ki!
Peki, Gökçek’i Shopping Fest etkinliğinin hangi aşamasında görmeye başladık? Sizi hiç yormayayım, Twitter’den fırsat bulduğu zamanlarda Tarkan konserinde, açılış balosunda, AVM kapılarında filan. Çünkü siyasi beklenti kısımları o anlarda başlamıştı da ondan.
BİR TEK TOP MODEL KROES’A ÜZÜLDÜM