İletişim çağını yakaladığımız bir süreçte elbette ki bulunduğum yerden yazılarımı gazete yönetimine iletebilir, köşemi boş bırakmayabilirdim. Üstelik bunun için yanıma diz üstü bilgisayarı almışken ve internet bağlantılarını rahatlıkla bulmuşken… Kısacası olmadı, olamadı ve ben köşe yazımı yazacak fırsat bulamadım. Daha da ötesi bu hafta okuduğunuz da Hürriyet Ankara’daki son köşe yazım. Ara veriyorum, mola istiyorum. Eminim nedenini aktarınca sizler de hak vereceksiniz.
Takip edenler iyi hatırlayacaktır; kimi zaman Ankara’nın sosyal hayatını köşeme taşıdım, kimi zaman da doğru ya da yanlış işler yapan kurum ve kişileri. Kendimi bu kadarla da sınırlamayıp, gurmeliğe soyunup restoranları yazdım, seyyah olup tatil rotalarını aktardım, araştırmacı olup tarihin tozlu sayfalarına daldım, ekonomist olup sağlam verilerle analiz yaptım. En önemlisi de icraatlarını başarılı bulduğum belediye ve kamu kuruluşlarının Ankara’mıza kazandırdıklarını köşeme taşıdım, başarısız bulduklarımın marifetlerini gözler önüne serdim. Bu yüzden de başta Melih Gökçek olmak üzere birçok belediye başkanını eleştirdim, üniversite rektörlerini, işini yanlış yapan kamu görevlilerini, Başkente zarar veren yatırımları ve dolayısıyla özel sektör temsilcilerini çekinmeden yazdım. Gelen okuyucu iletilerinden algıladığım kadarıyla da bu çeşitlilik sizlerin ilgisini çekti.
BU KARAR NEREDEN ÇIKTI!
Gelelim köşeme son, ya da ara verme kararıma… Zaman zaman sizlerle paylaşmıştım; Benim esas işim eski adı Hürriyet Dergi Grubu olan Doğan Burda Dergi Grubu’nun Ankara Bölge Temsilciliği görevini yürütmek. Yani aralarında Ekonomist, Capital, Tempo, Elle, Atlas, Maıson Française, Auto Show, Hello gibi 36 derginin bulunduğu mecranın sorumluluğunu üstlenmek. İnanın her birinin haber trafiğini yönetmek ve projelerine imza atmak hiç de kolay değil. Bunların yanı sıra Hürriyet ve Posta gazetesindeki yükümlülüklerim eklenince nefes alacak zaman bulamıyorum. Hele ki ekip arkadaşlarımla beraber yaratıp, yürüttüğümüz dev bir projenin, yani Tempo Travel’in üç dildeki versiyonu için en önemli saç ayağıyken...
Açıkçası böylesine yüklü iş programı beni hayli yıprattı. Zaman zaman dostlarıma “Doğan Medya Center binasına bir tek pijamayla gelmediğim kalıyor”, ya da “Seyahatlerden sokak çocuğuna döndüm” diye espri bile yapıyorum. Kısacası yerel, ulusal ve uluslararası çalışmaktan ve seyahatlerden ne özel hayatım kaldı, ne de dinlenecek bir zaman.
HERHALDE EN ÇOK GÖKÇEK SEVİNECEK
Baktım olacak gibi değil üzerimdeki yoğun iş temposunu hafifletmek için bazı işlevlerden feragat etmem gerektiğini düşündüm. Eh dergilerden ve Hürriyet ulusal eklerinden feragat edemeyeceğime göre yönetime Ankara ekindeki köşemden çekildiğimi duyurdum. Eminim bu karara da en çok Melih Gökçek sevinecektir. Bir de alttan gelip, fırsatı hak eden donanımlı genç meslektaşlarım. Bizler onlara fırsat verip, önünü açmalıyız ki, mesleğimiz emin ellerde devam etsin. Ben ise bunca deneyimi yeni projelere yelken açmak üzere daha rahat yönlendirebilirim.
ÖNEMLİ BİR GÖREV ÜSTLENİYOR
Polisin bir bölümü, soruşturmayla suçluyu takip ederken, bir başka bölümü ise delil toplayarak suçun aydınlatılmasına katkı sağlamaya başlamıştı. Emniyette bu nedenle her ilde sadece delil toplamakla uğraşan olay yeri inceleme birimleri kurulması, farklı bir polis tipinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Batıda “Adli Tıp Dedektifleri” olarak nitelendirilen ekiplerin işini Türkiye’de “Olay Yeri İnceleme Ekipleri” üstlenir olmuştu.
Olay Yeri İnceleme Ekipleri, suçu delillendirebilmek için suç mahallinde en küçük toz, iz, kıl, tüy, kan, sıvı gibi, akla gelebilecek her emareyi dikkatlice aramaya başlamıştı. Eskiden sadece parlak ve düz yüzeylerden parmak izi alınabilirken, uzmanlaşma ve teknolojinin desteğiyle akla gelmedik yöntemlerle delil elde edilmeye başlanmıştı. Onlar artık farklı bir polis tipiydi. Zira gerçek suçluyu değil, suçlunun ve suçun sessiz tanıklarını arıyorlardı.
HANGİSİ ÖNCE GELECEK DİYE YAKTILAR
Yıllar önceydi; Olay Yeri İnceleme Ekipleri suçluların izini sürerken, onların çalışma yöntemlerini Tempo Dergimiz için izlemiştik. Bu ekiplerle geçirdiğimiz birkaç gün içinde, olay yerlerine gitmiş, nasıl çalıştıklarını görmüş, hikâyelerini dinlemiştik. En ilginç örneklere de Altındağ İlçesi sınırlarında rastlamıştık. Eşlik ettiğimiz ekipler bütün sırlarını ve maharetlerini ortaya dökmeye çaba gösterirken, içinde dolaştığımız mahallelerin ürkütücülüğü aklımıza kazınmıştı.
O zamanki görüşmelerimiz esnasında yetkililer ilginç bir tespitini de paylaşmıştı. Suç işlemenin sadece ihtiyaçtan kaynaklanmadığını, araç yaktıktan sonra aynı anda hem itfaiyeye hem polise haber vererek, “hangisi önce gelecek” diye seyreden suçlularla bile karşılaştıklarını anlatmışlardı. Kısacası olay yeri Altındağ’ı eski ve virane haliyle görmüş, kötü izlenimlerle dönmüştük.
Sanıyorum 6- 7 yıl önce Altındağ’daki değişim ve dönüşüm haberleri medyaya yansımaya başladı. Önceleri ne kadar değişebilir fikriyle yazılanları ve söylenenleri dikkate almadım. Daha sonraki günlerde ise meraklı gözlerle sorup soruşturmaya başladım. Sonunda da Ankara’nın ilk yerleşim yeri olan Altındağ’daki değişime daha fazla kayıtsız kalmamam gerektiğini anladım.
KÜLLERİNDEN DOĞAN TARİHİ DOKU
Altındağ Belediyesi’nin 2007 yılında başlattığı restorasyon çalışmalarının ardından adeta küllerinden doğan Hamamönü ise bu isteğimin en önemli nedeni oldu. Hamamönü, artık eski, yalnız, unutulmuş ve küçük bir mahalle değildi. Tam tersi Başkentin dünya turizmine açılan kapılarından biriydi. Daracık sokakları, restore edilmiş tarihi evleri ve her köşeyi dönüşte denizle bütünleşmiş yazlık kasaba hissi veren ruhuyla ziyaretçilerini ağırlayan bir turizm merkeziydi…
Artık Melih Gökçek’in icraatlarının çarpıklığı yavaş yavaş gözler önüne seriliyor. Dünyadaki çağdaş ve modern şehirlere bakıldığında gelişmiş ulaşım sistemlerinin vazgeçilmezleri arasında olduğu net bir şekilde görülür. Zira yöneticileri şehir planlamacısı gibi uzmanların görüşlerine önem verip, ulaşımın kentsel yaşam kalitesini etkileyen en önemli unsurlardan biri olduğunu bilirler.
Buna karşın, Ankara gibi ulaşım alt yapısının yetersiz olduğu yerleşimlerde ise kent yaşamı zorlaşır, vatandaşlar temel hizmetlerden yoksun kalır. Hatırladığım kadarıyla, The Gallup Organisation tarafından yapılan bir araştırmada Avrupa kentleri için toplu taşıma memnuniyetinin de sorgulandığı araştırma kapsamında Ankara 75 Avrupa kenti arasından 54. sırada yer almıştı. Hani Başkentimiz Avrupa ödülleri filan alıyoruz ya, her halde kendimize ancak 54’üncü sırada yer bulabildiğimiz için bu ödülleri hak etmiş olmalıyız(!)
OTOMOBİLDE ÜLKE REKORU ANKARA’DA
Çağdaş ülkeler, kentlerde bulunan otomobilleri altyapıyı verimsiz kullanan düşük kapasiteli ulaşım türü olarak görür. Bu sebeple de şehrin içinde bloklaşan otomobil sayısında artış olmaması için yasaklamaya varan her türlü tedbiri alır. Ankara’da ise yıllara göre artan otomobil sahipliği eğilimi bu yaklaşımın tersine otomobilin ulaşımdaki payının arttığını ve daha da artacağını gösteriyor. 2010 yılı rakamları temel alınırsa Türkiye’deki otomobillerin yüzde 12,5’i Ankara’da bulunuyor. Ankara, bin kişi başına düşen 191 otomobil sayısıyla Türkiye’de en fazla otomobil sahipliğinin olduğu şehir. Bu veriler ise bize kentimizin Türkiye ortalamasının çok üstüne çıktığını gösteriyor.
Peki, bu bilgileri niye veriyorum? Toplu taşım yatırımlarında olduğumuz yerde saymamızın, çare olarak görülen alt-üst geçitler ve otobana dönüşmüş yollar sayesinde sorunumuzun gitgide büyümesinden dolayı dikkatinizi çekmek istiyorum. Şehirdeki otomobil sayısını artış hızı ise durmadan tepe noktalara ulaşıyor. Bu negatif durumda Ankaralıların şehir içi ulaşımını zorlaştırıyor, kentin yaşam kalitesini tehdit ediyor.
Her geçen gün yeni yerleşim yerleri kente ilave olurken, paralelinde nüfus artarken, metro yatırımlarında bir arpa boyu yol alamayan Büyükşehir Belediyesi sayesinde ulaşım sorunu içinden çıkılamaz hal alıyor. Gökçek’in Ankara trafiğinin kilitlenmesine karşın yaptığı savunmalara kulak asmayın, zira kendisi 19 yıldır Büyükşehir Belediye Başkanı ve bu güne kadar yapılan metro hatlarına bir metre ray döşeyememesiyle nam saldı.
SAYESİNDE LÜKS DEĞİL İHTİYAÇ OLDU
Bakın o genişleyen yollara, banyo fayansıyla donatılmış alt üst geçitlere rağmen trafikte tıkanıp, kalıyoruz. Halbuki metro ve hafif raylı sistem inşaatlarına zamanında başlamış olsaydı, 19 yılı boşa geçirmeseydi, bu gün kimse ulaşımdan söz etmeyecekti. Zira eski ve yetersiz otobüslerle, üçüncü dünya ülkelerine özgü dolmuşlara mahkum olmak istemeyenler otomobil satın aldı. İş öylesine çığırından çıktı ki bir ev de en az üç otomobil olmaya başladı. Biri evin babasına, biri annesine, diğeri ise üniversiteye giden çocuk ya da çocuklara alındı.
Sabahın, ilk ışıklarıyla birlikte Ankaralıların, iş yerlerine ulaşmaya çalışmalarını seyrettim. Alıveriş merkezlerinde gezinen, kafelerde soluklanan insanların çoğunun, ev hanımı ve öğrencilerden oluştuğunu gözledim. Mesai bitimiyle birlikte akşamı geceye taşımak isteyenlerin yüzlerini Sakarya, Filistin, Arjantin Caddeleri ya da Çukurambar, Çayyolu hattına çevirdiğine tanık oldum. Sakarya Caddesi’nde, üst düzey bir bürokratla, öğrenci ve işçinin rakı masası komşuluğuna katıldım.
Türkiye’nin en zenginlerine bakırcıların, antikacıların üs kurduğu Çıkrıkçılar Yokuşu’ndaki dükkânlarda pazarlık yaparken rastladım. Altınpark’ta, Seymenler’de, Kuğulu Park’ta kesilen bir ağaca birlikte üzüldüğünü gördüm varoştaki gecekondu sakiniyle, İncek’deki villa sahibinin. Yoksul semtin abidesi gibi yükselen Kale burçlarının içindeki restoranlarda buluşan zengin ve fakirin buluşmasına eşlik ettim. Kısacası birçok metropolde yaşananın aksine, insanların birlikteliğiyle yarattığı armoniye baka kaldım. Sonra da dönüp, kısaca Ankara’yı anlatmak için klavyenin başına geçtim.
ANKARA ADI NEREDEN GELİYOR
Yazıma konu olarak hep değindiğimiz AVM’leri, Atakule’yi, Tunalı Hilmi gibi canlı caddeleri almayacağım. Biraz doğaya, biraz kültüre, biraz da sağlığa değinerek, Ankara Kalkınma Ajansı’nın fotoğrafları işliğinde burnumuzun dibindeki değerleri aktaracağım. Zira genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara, binlerce yıllık tarihi mirasın kalbinde, Anadolu’nun orta yerinde uzanıyor. Ağırbaşlı görünümünün altında; canlı kültürel hayatı, otantik durakları ve alternatif güzergâhları gözden kaçmamalı. Müzeleriyle, Anadolu’nun binlerce yıllık medeniyet serüvenini gözler önüne seriyor, tiyatroları, operaları, sergi salonlarıyla canlı bir kültürel hayat sunuyor.
Önce kentin isminin nereden geldiğine bakalım. Buranın eski sahipleri Galatlar tarafından verilen ve Yunancada ‘çapa’ anlamında Ankyra’dan geliyor. Tarih boyunca Ancyre, Engüriye, Engürü, Angara ve Angora olarak isimlendirilen kent, son olarak Ankara adını almış. Bugün nüfusu 5 milyona ulaşan kent, Galatlara, Hititlere, Friglere, Lidyalılara, Perslere, Bizanslılara, Selçuklulara ve Osmanlılara ev sahipliği yapmış, genç Cumhuriyet’in kuruluşuna tanıklık etmiş.
BU MÜZEDE ZAMAN TÜNELİNE GİRİN
Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinden geriye kalan nadide eserler, bugün başkentteki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde görülebiliyor. 1997 yılında 68 müze arasında ‘Avrupa’da Yılın Müzesi’ unvanını alan müze, adına yaraşır biçimde, medeniyetleri buluşturuyor. Paleolitik çağdan günümüze kronolojik sıra ile sergilenen eşsiz koleksiyonlar, ziyaretçileri zamanda yolculuğa çıkarıyor.
TARİHİ KENT MERKEZİNDE KISA BİR TUR
Hele Türkiye gibi bir ülkede... Özellikle çocuklu aileler için iyi planlanması gereken bir sömestr tatili varken. “Uzun tatil yapmam mümkün değil” diyorsanız da en azından hafta sonlarını değerlendirin. İşte bu aşamada sizlere birkaç önerim olacak.
Bir zamanlar kayak sporunun, belirli bir kesime hitap ettiği düşünülürdü. Ancak bu yanlış algı ortadan kalktı. Son yıllarda yapılan yatırımlar da, bu ilginin arttığının en önemli göstergesi. 2012 yılı itibariyle, Türkiye’deki kış sporları turizm merkezlerinin sayısı 24’e ulaştı. Yılın yaklaşık altı ayı kar altında ve popüler olan Uludağ, Palandöken, Kartalkaya gibi popüler adreslerin yanı sıra, aslında pek bilmediğimiz ama Ankara’dan arabayla bile birkaç saatlik mesafede bulunan merkezler var. Kayak merkezleri farklı bölgelerde yer alsa da, gelişmiş karayolu ağı ve çoğalmış uçak seferleri hemen hemen her şehre ulaşımı kolaylaştırıyor.
Örnek mi? Burnumuzun hemen dibindeki Elmadağ, 400 kilometre uzaktaki Isparta Davras ile Kayseri Erciyes ve 210 kilometre ötemizdeki Kastamonu Ilgaz ile Bolu Kartalkaya. Kaliteyi ucuza da alabileceğiniz bu merkezlere giderken kayak bilmiyorsanız endişelenmeyin, zira sizleri başka keyifler de bekliyor. Sözü fazla uzatmadan bu kayak merkezlerini ve sunduğu hizmetleri aktarmaya başlayayım.
KAYMAYAN İÇİN MANGAL KEYFİ
Bahar ve yaz aylarında doğa sporlarına imkan tanıyan Elmadağ, kış aylarında kayak severlerin akınına uğruyor. Ankara il sınırları içindeki Elmadağ’ın şehre uzaklığı 29 kilometre. Dolayısıyla kuzey yamaçlarındaki Elmadağ Kayak Merkezi’nin diğer rakiplerine karşı en büyük avantajı, kent merkezine yakınlığı oluyor. Kış mevsiminde sürekli kar yağışı alıyor. Merkezde 548 metre uzunluğunda, saatte 720 kişi kapasiteli bir teleski bulunuyor. Bu merkezde ODTÜ, Hacettepe, Ankara Üniversiteleri ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne ait kayak evi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı‘na ait bir otel ve iki restoran bulunuyor. Tesislerde kapalı yüzme havuzu, sauna ve diskotek var. Günü birlik gidenler, hatta kaymayı aklından geçirmeyenler içinse mangal yapıp, karlar içinde piknik yapmak için ideal ortam sağlıyor.
GÜNEYDEKİ BEYAZ TEPELER
Göller ve güller diyarı Isparta’nın kış sporları merkezi Davras, Eğirdir ve Kovada gölleri arasında yükselen ve Isparta Ovası’nı kuşatan dağ kütlelerinden birinde bulunuyor. Ankara’ya uzaklığı 410 kilometre ki, arabanızla bölünmüş yol sayesinde 3,5 saat içinde sorunsuz bir yolculuk yapabilirsiniz. Karayolundan gitmek istemiyorum diyorsanız da, Isparta Süleyman Demirel Havalimanı’na inen uçaklardan birini tercih edebilirsiniz. Havalimanıyla kayak merkezi arasındaki mesafe ise 50 kilometre.
Her biri şehrin başka bölgesinde ama ortak noktaları; aynı kaderi paylaşmak. Üstelik bulundukları semtin, hatta şehrin sosyal ve ticari yaşamına getirdikleri olumsuzluklar dolayı bu kaderlerine bizleri de ortak ediyorlar. Ayrıca kente onarılması güç yaralar açmaya da devam ediyorlar. Ankara’mızı bu denli olumsuz etkileyen binalara ve ilginç hikayelerine değinirken İnşallah kamu yetkilileri de okur. Çünkü bu binaların işlevi ve geleceği mevcut sahiplerinin inisiyatifine bırakılmayacak kadar önemli. Tıpkı çağdaş ülkelerde olduğu gibi, özel mülkiyet de olsa bu kadar vurdum duymazlığa izin vermemeleri gerekiyor.
Hiç hak etmediği halde kaderine terk edilmiş ilk binamız Kızılay’ın tam göbeğindeki Gökdelen. Türkiye şimdiki sahibinin ismini, “Ankara’nın vergi rekortmeni” olarak duydu. Başkentin gizemli zengini Talip Kahraman, yıllar önce ülkemizin ilk gökdelenini, yani Emek İş Hanı’nı 55 milyon 500 bin dolara devletten satın aldı. Ardından da içinde bulunan bütün kiracıları kapı dışarı edip, binayı otele dönüştürmek için inşaata başladı. Talip Bey binanın tefrişini tamamlarken de önce Çankaya Belediyesi, daha sonra da Büyükşehir Belediyesi sık sık devreye girip, tadilatı durdurdu. Ünlü iş adamı kaza geçirip, yatağa düşünce de tüm çalışmalar askıya alındı.
Bu süreçte doğru ya da yanlış bir çok haber kulaktan kulağa yayıldı. “Özelleştirme İdaresi bu satış işlemini iptal edecek ve Talip Kahraman’a yatırdığı parayı faiziyle beraber iade edip, gökdeleni geri alacak” da dendi, “Otel yerine kız öğrenci yurdu yapılacak” da... Sonuç mu? Akıbetini sordum soruşturdum, söylenenlerle ilgili resmi hiç bir açıklamaya rastlamadım. Ancak ortada tek bir gerçek var ki, o da Ankara’nın tam merkezinde mihenk taşı olarak kabul edilen Gökdelen işlevsiz bir kütle olarak öylece duruyor. Bu durum da bölgenin ticari ve sosyal yaşamını olumsuz etkiliyor.
İNŞAATI BAŞLARKEN NÜFUSUN YARISI YOKTU
Gelelim bir diğer yapıya... Dikkatinizi çekmiştir; Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün az ötesinde tepesindeki vinçle özdeşleşmiş ve camla kaplı dev bir bina mevcut. Çevresindeki çitlere bakınca inşaatı halen sürüyor izlenimi veriyor ama ne iş makinesi görülüyor, ne de bir işçi. Kayserili iş adamı Ahmet Hattat’a ait bu otel inşaatının ne zaman başladığını açıklamak için, Ankara nüfusunun yarıdan fazlası daha doğmamıştı demek yeterli olacaktır. İnşaatın biteceği tarih meçhul olduğu için de nüfusun hatrı sayılır bir bölümü de açılışını göremeyecek diyebiliriz.
İnşaatın yaklaşık 29 yıldır sürmesi şehir efsanelerinin kulaktan kulağa yayılmasına sebep oluyor. Hele çatısında yıllardan beri heykel gibi duran vinç ise espri kaynağı olmuş durumda. En çok telaffuz edileni ise Leonardo da Vinci’den esinlenerek “Unuttu da Vinci” tanımlaması yapılması.
Yaklaşık iki yıl önce bu binanın ve sahibinin hikâyesini köşeme taşımıştım. Yaşananlar çok ilginçti ve bu yatırım sahibiyle beraber çevresini de olumsuz yönde çok etkilemişti. Gerçi halen etkilemeye devam ediyor ya, oraya da geleceğiz. Bir semtin, hatta şehrin silueti, sosyal yaşamını ne kadar etkilediğini ise anlatınca anlayacaksınız.
ÜLKEYİ DİZAYN EDERKEN AKLINA OTEL GELDİ
İlginizi çeker düşüncesiyle aktarmaya başlayayım. CEO’muz Mehmet Yakup Yılmaz’ın, “Hiç bir mazereti kabul etmem” diyerek şirketin 2013 projelerini konuşmak üzere dergi grubunun tüm yöneticilerini bir araya getirme talimatı, Yalova seyahatini kaçınılmaz kılmıştı. Hava, kara, deniz taşıtlarının tümünden faydalanarak Ankara’dan hareketle İstanbul üzerinden Yalova’ya ulaştığımda ise o muhteşem otel karşımdaydı. Bu arada bindiğim arabalı vapurun üst güvertesinde Titanik filmindeki Leonardo Dicaprio gibi iki kolumu yana açıp, martıları seyre dalmayı bir kez daha ihmal etmediğimi vurgulamak isterim.
İlk konuğu Mustafa Kemal Atatürk olan tarihi Limak Yalova Termal Butik Otel’i daha önce de yazmıştım. Hani, oda numaraları 1881’den başlayıp 1938’de biten, yani Atatürk’ün anısını yaşatmak için doğumuyla başlayıp, ölümüyle son bulan 57 odalı otel vardı ya, oradan bahsediyorum. Hadi biraz daha ipucu vereyim; 1938 numaralı odada sondaki 8 rakamını yatık halde kullanarak sonsuzluk işaretine dönüştürmüş oteli işaret ediyorum. Yapımından tam 25 yıl sonra, yani 1930’lu yıllarda yeniden elden geçirilen Büyük Otel’in ilk misafiri Atatürk olmuştu. Bu ilkten sonra da Ulu Önder, fırsat buldukça bedenini ve ruhunu dinlendirmek için konaklamış, birçok konuğunu da burada ağırlamıştı. New York’tan uçarak Atlantik’i aşıp, İstanbul’a inen Amerikalı pilotları da 1 Ağustos 1931’de bu otelde ağırlamıştı. Özellikle ömrünün son aylarında bu otelde daha çok zaman geçirdiğini çevresindekilere gururla anlatmıştı.
Yaklaşık iki yıl önce yeni yüzüyle müşterilerine kapısını açan otele yerleşir yerleşmez tıpkı Atamız gibi terasında oturup yemeklere kaşık sallamak, bahçesinde tavla oynamak, kuş seslerinin eksik olmadığı bahçesinde yürümek, şifa bulduğu termal suyun keyfini çıkarmak için hazırdım.
ALKOL YASAKLANDI İÇKİLER PERSONELE DAĞITILDI
Doğal olarak iki gün konaklamamızda tüm zamanımızı otelin ana binasında ve odalarında geçirmedik. Toplantıdan arta kalan süreçte o enfes bahçenin ve dört bir tarafımızı saran Samanlı Dağları’nın temiz havasını da içimize çekerek çevreyi dolaştık. Öncelikle çevredeki birçok otel ve pansiyon gibi konaklama yerlerinin düzensiz yapılaşması dikkatimizi çekti. Bir de kaldığımız yerin az ötesindeki Sağlık Bakanlığı’na bağlı dev konaklama tesisinin turizmin hizmetinde olması gerekirken, siyasi otoritenin tahakkümü altında yıpranması... Sonradan öğrendik ki, yılbaşı itibarıyla bu tesiste alkol satışı yasaklanmış, depoda kalan bütün içki şişeleri de personele dağıtılmış. Bana komik geldi, zira Yalova’daki termal turizmi dünyaya açma iddiasında olacaksın, sonra da yasaklar listesi oluşturacaksın. Böyle turizm olur mu? Allahtan Limak Termal Otel ve yapımı bitmek üzere olan iki 5 yıldızlı otel var da, Yalova turizmi ayakta duruyor.
BU MUTLU BABA’YI ÇOK MERAK ETTİM
Bir de Mutlu Baba turizm için katkı yapmaya devam edecek. Kim mi bu Mutlu Baba? Kimse doğru dürüst bir şey söylemiyor ama her Temmuz ayında beyaz kıyafetlere bürünmüş binlerce insan onun çiftlik evine akın ediyormuş. Aralarında İngiliz, Alman, Fransız gibi Avrupalısı da varmış, Japon, Rus gibi Asyalısı da… Erkeğiyle, kadınıyla binlerce beyaz giysili bu insan ev ve bahçede günlerce konaklayıp, tasavvuf müziği eşliğinde dans edip, uyuyormuş. Mevlevihane desen değil, İslam dışı desen hiç değil... Açıkçası bu Mutlu Baba tekkesini çok merak ettim. Kısmet olursa gelecek Temmuz ayın da bir foto muhabiriyle orada olacağım ve gözlemlerimi sizlere aktaracağım.
HEM AĞLARIM HEM GİDERİM
UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’nde yer alan 11 adet kültürel ve doğa harikamıza gitmeye ne dersiniz? Elbette miraslarımızın bir kısmını duymuş ya da görmüş olabilirsiniz ama hepsi hakkında bir fikriniz var mı? Ayrıca bu dünya mirası denen olgu nedir, nereden çıkmıştır diye merak ediyor musunuz? İşte bu ve benzeri sorularınıza yanıt bulmak istiyorsanız köşe yazımı okumaya devam edin.
Dünya mirası için kısaca bir tanım yapmam gerekirse; Tarihin derinliklerinden gelen kalıntılar ya da olağanüstü güzellikteki doğal oluşumlar diyebilirim... Hepsi, ulusal sınırlarla bölünmüş dünyanın ortak servetleri. Zaten UNESCO’nun Dünya Mirası listesi de bu bakış açısıyla oluşturuluyor. Ülkemiz ise 11 varlığıyla listede.
Bu miras kişisel değil, kültürel servetimizi artıran cinsten. İnsanlığa, ayak bastığı toprağın ne kadar eşsiz ve değerli olduğunu hatırlatıyor. Tabiri caizse pamuklara sarıp sarmalamamız gereken dünya miraslarından söz ediyoruz. Birleşmiş Milletler’e bağlı UNESCO, insanlık için değer taşıdığına inandığı bu nadide varlıkları, ‘dünya mirası’ olarak adlandırıyor. Bugün dünya genelinde 936 kültürel ve doğal varlık tespit edilmiş ki, bu kapsamda, 725’i kültürel, 183’ü doğal, 28’i hem kültürel hem doğal varlık.
Bütün insanlığın ortak mirası olarak Kabul edilen kültürel ve doğal varlıklar için 16 Kasım 1972 tarihinde harekete geçildi. Bu mirasları dünyaya tanıtmak, evrensel bilinci oluşturmak ve bu eserleri yaşatmak için de birçok ülke işbirliğine girdi. 16 Kasım 1972 tarihinde de önemli bir anlaşmaya imzalar atıldı. Akabinde de “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme” kabul edildi.
Bu sözleşmeyle uluslararası önem taşıyan, korunmaya değer doğal oluşumlara, anıtlara ve sitlere “Dünya Mirası” statüsü tanındı. Sözleşmeyi kabul eden üye devletlerin UNESCO’ya başvurusuyla başlayan ve bir işlem dizisinden sonra Dünya Miras Komitesi’nin kararı doğrultusunda statü kazandırılmaya başlanan miraslar da korumaya alındı.
UNESCO, listesine aldığı eserlerin korunması için önemli maddi yardımlar yaparken, ülkelere teknik, eğitim ve asistanlık hizmeti de veriyor. Ayrıca bilinçlendirme programları yürütüyor. Doğal olarak, listeye giren varlıkların turistik potansiyeli de yükseliyor. Ama listeye girebilmek çok da kolay değil. Kurum bünyesindeki Dünya Miras Komitesi, başvuru üzerine eseri incelemeye alıyor, kriterlere uygunluğunu tespit ediyor ve devletten bu varlığı korumayı taahhüt etmesini istiyor. Her şey yolunda giderse, taraflar masaya oturup bir anlaşma imzalıyor. Anlaşmaya uymayan devletler, listeden çıkarılmak gibi bir yaptırımla karşı karşıya kalıyor.
11 varlığıyla bu listede yer alan Türkiye’nin 26 varlığı da aday listesinde bekliyor. Şimdi, Anadolu’ya uzanalım ve topraklarımızın insanlığa armağan ettiği değerleri yakından tanıyalım.
KITALARIN AŞKI