Paylaş
Mercedes Benz Fashion Week İstanbul’dan izleyiciye, tüketiciye, basına ve satın almacılar kalan duygu ne?
Bir defileyi ve moda haftasını unutulmaz kılabilecek etkenler nelerdir? Bir defilenin hafızalara kazınması için izleyicide belli bir duygu yaratması, bir etki bırakması gerekir. Çokça kullandığımız ve belki de anlamını tam netleştiremediğimiz ‘modern’ bir siluet arayışı, bir yenilik, tazelik, özendirici ve net bir kadın tiplemesi yaratabilmek de bir koleksiyonun başarılı olmasının kriterleri. New York, Londra, Milano ve Paris Moda Haftalarından sonra İstanbul Moda Haftası’ndan izleyiciye, tüketiciye, basına ve satın almacılar kalan duygu ne peki?
Manipülasyon mu iletişim mi?
New York Moda Haftası’nda Proenza Schouler’ın Whitney Müzesi’nde gösterdiği koleksiyon, Milano Moda Haftası’nda Gucci’nin yeni kreatif direktörü Alessandro Michele’nin her zamanki Gucci defile mekânını ilk defa set tasarımıyla bir metro istasyonuna çevirmesi, Versace’nin, Dolce& Gabbana’nın efsanevi setleri, Dries Van Noten’ın Hotel De Ville’in ihtişamlı balo salonlarında gösterdiği zıtlık koleksiyonların uyumu, Saint Laurent’in yerden havalanan podyumu, Chanel’in Grand Palais’de her sezon yarattığı harikalar diyarları; kâh dev bir supermarket, kâh sokak protestosu veya en son olarak da bir Fransız brasserie’si- Brassserie Gabriel.
Dev bütçeli markaların dev prodüksiyonları elbette bunlar. Bu organizasyonları bizim moda haftası ve tasarımcılarımızın olmayan bütçeleriyle karşılaştırmamız büyük haksızlık olur. Zaten büyük prodüksiyonlu setlerin illa da çok iyi koleksiyonlar olduğunu da savunamayız. Ya da tam tersi… Dümdüz simsiyah podyumda bir Valentino defilesi olur ki, izleyenler tam anlamıyla nefeslerini tutarlar gördükleri müthiş işçilik, anlatım ve duygu karşısında. Özetle, kimi setler markanın imajını pekiştirmek ve tasarımcının kafasındaki hikâyeyi tüketiciyle paylaşabilmesi için iyi bir iletişim aracı olurken, kimi setler de isteyerek veya istemeyerek koleksiyon üzerindeki dikkati dağıtarak hedefi şaşırtabilir. İstanbul Moda Haftası’nda da, New York Moda Haftası’nda olduğu gibi markaların ve tasarımcıların çoğu tekdüze çadır düzeninden ayrılmakta. Koleksiyon temalarını tamamlayacak, anlatımlarını güçlendirecek mekânları tercih ediyor çoğu tasarımcı. İstanbul moda haftasında da Raissa Vanessa, Serdar Uzuntaş, Les Benjamins kendi mekânlarını tercih eden ve anlatımlarını güçlendiren markalardı.
Dönemin ruhunu yakalayabilmek
Günümüzde bir markanın ve tasarımcının başarısının yolu, bir dünya yaratabilmek ve insanların bu dünyanın bir parçası olmayı istemelerini sağlayabilmekten geçiyor. Dijital çağla birlikte 360 derece iletişimin şart olduğu bir dönemdeyiz. Bunun en iyi örneklerinden biri de eski bir İspanyol deri ürünleri markası olan Loewe’nin son üç sezonda kreatif direktörü Jonathan Anderson’ın ellerinde bir anda en arzu edilen ve moda severlerin peşinden koştuğu bir marka haline getirmesiyle özetlenebilir. Anderson, Bon dergisine verdiği röportajda tam da bu konuya değiniyor; bir markanın başarısı için iyi tasarımın yeterli olmadığını, iyi ekip yönetme, çok yönlü iletişim ve kesinlikle bunları yaparken de büyük resimi görecek bir vizyon sahibi olmanın gerekliliğini vurguluyor..
Buna, işte modernlik dediğimiz, aslında belki de ‘zeitgeist’ yani zamanın ruhunu yakalayabilme becerisi de ekleniyor elbet. Buna en iyi örnekler de Dior modaevini John Galliano’dan devralan Raf Simons’ın Dior’a getirdiği, Nicolas Ghesquire’in de Marc Jacobs’dan sonra Louis Vuitton’a getirdiği yeni görünüm ve silüetler, Prada ve Miu Miu’nun tasarımcısı Miuccia Prada’nın da her sezon postmodern’in de ötesinde post-pop bir tavırla sunduğu koleksiyonlar olmakta. Diğer yandan da her ne kadar başarılı bir dönüş yapsa da John Galliano’nun Margiela modaevi için yaptığı koleksiyon nedense çok da bu zamanı temsil etmiyor artık. Herşey çok hızlı değişiyor, evriliyor. Bizde de genel olarak bu zeitgeist’ı yakalayamamak durumu hakim oluyor koleksiyonlarda. Gerek koleksiyonlarını ortadoğu pazarının beğenisine göre hazırlamak durumunda kalmak , gerekse işte o hep konuştuğumuz ‘modern’ estetiğe kafa yormamak. Bu noktada başarılı olan tasarımcılar Ece Gözen, Tuba Ergin, Giray Sepin, Maid in Love, Meltem Özbek. Couture’de ise Zeynep Tosun, Özgür Masur ve Raissa Vanessa başarılı koleksiyonlar sundular.
Vizyon sahibi olmak için ne yapmalı?
Tüm bunlara eklenecek bir diğer madde ise, geçtiğimiz hafta LVMH genç tasarımcılar yarışmasında kulislerde konuşuluyor. Geçtiğimiz ödülün sahibi Thomas Tait, moda yazarı Cathy Horn’a , hersey bir yana , ‘çok istemek’ gerek diyor! Ve bunu derken de Loewe’nin tasarımcısı Jonathan Anderson’ı örnek gösteriyor. Yerel başarılar da elbet başarı, hepsi birer seçim. Ve fakat yerelde başarılı olmak ile uluslararası ligde başarılı olmak özellikle bizim ülkemiz söz konusu olduğunda çok farklı dinamikleri barındırıyor. Bu noktada tasarımcının rahat ve garanti yolu seçmek ile oldukça zor ve riskli yolu seçmek arasında bir seçimi yapması en baştan gerekiyor. Bir yandan buradaki çarkı döndürmek zorunda olan genç tasarımcı, uluslararası lig için yeterli konsantrasyonu, enerjiyi, vakti ve nakti sağlayamıyor. Ama yine de tasarımcılarımız her ne kadar zor şartlarda büyük emek vererek varlıklarını sürdürseler de açıkçası dört büyük moda şehrinin dışındaki moda haftaları arasında iyi bir yer edindiklerini düşünüyorum. Fakat hedeflerini, nereye, kime, hangi kitleye hitap ettiklerini, nasıl bir kadın profili ve silüeti çıkaracaklarını, büyük resimde marka olarak kendilerini nerede görmek istediklerini net bir şekilde belirlemeleri gerekiyor.
Paylaş