Hayatımda yaşadığım en tuhaf yıllardan biri. Virüs ile mücadele ederken dolar ve altın rekor kırdı, bir yanda ekonomik sıkıntılarla uğraşırken diğer yanda okullar nasıl açılacak merak konusu. Deprem korkusundan bahsetmiyorum bile.
Ben mi? Benim ruh halim tam olarak şu: ‘neye şaşıracağımı şaşırdım.’
Sabah uyandığımda daha kahvaltı bile etmeden haberlere bakıyorum, acaba bugün neler olacak diye. Özellikle bayram tatilinde tıklım tıklım dolan sahilleri izlediğimde gözlerime inanamadım. ‘Yok artık! Bu kadar da olmaz’ dedim. Çok ama çok kalabalık ve maske takılmıyor. Sosyal mesafe mi? O ne ki zaten?
Sanki koronavirüs salgını hiç yokmuş, günlerce sokağa çıkma yasağı olmamış, insanlar hastalanmamış, her şey normalmiş gibi… Keşke böyle olsaydı! Keşke herkes sevdiğine sımsıkı sarılabilse, dilediğince dışarı çıkıp gezebilse, rahatça nefes alabilseydi… O günler de gelecek ama şimdi kurallara uyma zamanı. ‘Bana bir şey olmaz’, ‘nasıl olsa atlatırım’, ‘ne olacaksa olsun’ diyen iç sesinizi dinlemeyin derim. Kendiniz, sevdikleriniz ve tüm insanlar için.
Biliyorum. Herkes bunaldı. Özellikle çocukları evde tutmak zor, hele ki yaz aylarında. Peki, okullar açıldığında ne olacak? Okula gitse bir dert, gitmese ayrı dert! Hadi maskesini taktı diyelim, servise veya toplu taşıma araçlarına binse sosyal mesafe nasıl korunacak? Her gün arabayla mı götürülecek okula? Çalışan anne-baba için o kadar vakit var mı veya herkesin arabası var mı? Eğitim yine online olarak devam ederse herkesin bilgisayarı var mı?
Pazardan marketlere, giyim mağazalarından kafelere kadar her yerde fiyatlar ateş pahası. Esnaf da sıkıntılı, müşteri de. Peki yurtta kalacak, ev tutacak üniversiteli gençler ne yapsın? Kira, yeme, içme, ulaşım, diğer giderler… Kolay mı?
İnsan düşünmemeye çalıştıkça daha da düşünüyor ve herkes kafasını dağıtmak ve biraz olsun rahatlamak için bir şeyler yapıyor. Dizileri kaçırmayanlar, her gün sosyal medyada dolaşanlar, psikolojik destek alanlar, bahçeli eve taşınanlar, müzikle moral bulanlar… Herkes bir şekilde ayakta kalmaya çalışıyor.
Ben bugün pencereyi açtım, derin bir nefes aldım. Kuşlar, dünden koyduğum ekmek kırıntılarını yemiş. Yemyeşil bir ağaç var önümde, hafif bir esinti, masmavi gökyüzü, ağustos böceklerinin sesi duyuluyor. Pırıl pırıl bir gün... Benim aradığım bir damla huzur belki de.
Korona döneminden önce ne yapıyordunuz, koronadan sonra neler yaptınız, biraz anlatır mısınız?
Korona’dan önce herkes gibi, İstanbul’da trafiğe söylenerek okuldan tiyatroya, tiyatrodan seslendirme stüdyosuna yetişmeye çalışarak, dostlarıma zaman ayıramadığımdan, yeteri kadar okuyamadığımdan yakınarak yoğun bir koşuşturma içinde sürüklenip gidiyordum. Koronanın henüz bizleri eve kapatmadığı zamanlarda bir ahırı stüdyoya çevirdiğimiz Ula’daki köyümüze gelip ağaçlarımızı budamaya kaçmıştım ki sokağa çıkma yasakları geldi. Hayatım, doğanın ritminde akmaya başladı.
Dayanışmanın 100’ü Şiir projesinden bahseder misiniz?
Ali Düşenkalkar, E.Feza Soysal, Çağlar Çorumlu, Bahar Çuhadar ve Mehmet Sarıca’dan oluşan bir dost toplaşması... Pandemi sonrası kapanan perdelerin ardından İstanbul’un kültür hayatını on yıldan beri coşturmuş bağımsız tiyatro emekçilerinin ansızın kararan geleceğini doğaldır ki dert ettik. Bizim işimiz ekip işidir. Bu süreçte maddi manevi yıpranırsak gemimizi bir daha yüzdüremeyiz kaygısıyla güvencesiz meslektaşlarımızın sıkıntılarına nasıl çare buluruz diye düşünmeye başladık. İşte böyle çıktı ortaya Dayanışmanın 100’ü Şiir. Şair dostlar, yayınevleri destek oldu. Oyuncular Sendikası, Tiyatro Kooperatifi, İhtiyaç Haritası da paydaşımız oldu.
Tiyatro neden var olmalı ve desteklenmeli sizce?
Sanat iyileştirir çünkü. Bir toplumun vicdanıdır, aklıdır, ruhudur. Hayatın ağırlığını hafifletir, nefes olur, en önemlisi de size hiç benzemeyeni anlamanızı sağlar.
Coronavirüs hayatımızda pek çok şeyi değiştirdi. Tiyatronun geleceğini nasıl görüyorsunuz? Ne gibi değişiklikler olabilir Türkiye’de ve dünyada tiyatro alanında?
Dünyada da ülkemizde de 'yeni normal'e geçildiğinde sahnelerde bu dönemin hikayelerini duyacağız. Bu dönemin iletişim teknikleriyle sağlanan görselliği, sahnelerdeki izdüşümlerini izleyeceğiz. Belki dijitale taşınan oyunlar artacak.
Birileri kavga ederken birileri hayat kurtarıyor. Zengin olanlar varken sokakta yatanlar görülüyor. Hayvanları besleyen eller de var, ağaçları kesen de. İyiyle kötü, güzelle çirkin, siyahla beyaz iç içe. Yıllardır hep birlikte yaşamaya çalışıyoruz bu dünya denen gezegenin üzerinde.
Şiir gibi oldu değil mi? Bence de. Birkaç cümleyle bütün insanlık tarihini özetleyiverdim. İnsan uzun süre evde oturunca böyle oluyor herhalde. Yalnızlık insanı düşündürüyor, bazılarına da yazdırıyor. Ben o yazanlardanım. Yanınızda kimse yokken sohbet etmek gibi, kendi kendine konuşmak gibi, bir nevi deli gibi aslında.
Yok canım! Henüz aklım başımda, merak etmeyin. Bilinçli bir delilik benimkisi... Bir de birilerine bir faydam dokunsun diye. Belki herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde bir kişi yazılarımdan birini okur ve farkında olmadan onun hayatına dokunmuş olurum. Neden olmasın? Kim bilir belki bir farkındalık oluşur ya da yaşadığımız benzer şeyler vardır ve kendini yalnız hissetmez. En azından bir şeyler paylaşmış olurum o yazılarımı okuyan, hiç tanımadığım arkadaşla.
Tarihe not düşmektir aynı zamanda yazmak. Var olabilmektir. Terapidir, en güzeli de bu, kendinizi ifade edersiniz. Yazmak böyle büyülü bir şeydir işte. En azından benim için öyle.
Çocukken yazdığım şeylere bakıyorum da bazen komik geliyor. Çocukmuşum işte, o kadarcık yazabilmişim. Aradan zaman geçiyor, yazmaya devam ediyorum ve yazdıklarım arasında değişimi fark etmeye başlıyorum. İnsan büyüdükçe yazdıklarına da yansıyor, tecrübeler artıyor, gelişiyor. Gelişim için illa iyi şeyler yaşamak gerekmiyor tabi. Kötü deneyimler, başarısızlıklar, yapılan hatalar da insana çok şey katıyor.
Hayatta her şeyi yaşamamız mümkün değil. Bu yüzden insanların tecrübelerini dinlemek ve biyografi okumak öğretici oluyor benim için. Bir gün oturup insanları dinleyin derim ama cevap vermek için değil gerçekten anlamaya çalışarak dinleyin. Öyle çok şeyi fark ediyorsunuz ki… İnsanların göründüğü gibi olmayabileceğini, geçmişte yaşanan kötü bir hadisenin şuanda o kadar da canınızı sıkmayabileceğini, zamanın çabuk geçtiğini ve daha neleri neleri… Bütün bunların yanında bir de başkalarının yaşanmışlıklarını beyninizin bir köşesine not edersiniz, yeri gelince de hayatınızda kullanırsınız. Harika değil mi?
Günlük tutmak da iyi gelir insana. Bugüne kadar yoksa da yarın bir tane defter alın ve yazmaya başlayın. İleride o kadar değerli bir defter haline gelecek ki. Adı günlük diye her gün yazmanız gerekmiyor. Geçirdiğiniz farklı bir günü, gerçekleştirmek istediğiniz hayallerinizi, birine söylemek isteyip de söyleyemediklerinizi, mutlu olduğunuz anları, öfkenizi, içinizden ne geliyorsa yazabilirsiniz. Yazmak insanı hakikaten rahatlatıyor.
Uzun zaman sonra o defteri açıp eski yazdıklarınızı okuduğunuzda ise ‘her şeyin zamanla geçtiğini, aynı kalmadığını’ anlıyorsunuz. ‘O zamanki sorunları atlatmışsın, şimdiki problemlerinle de başa çıkabilirsin’ diyorsun kendine. Hatta bazen eskiden kafana taktığın şeyler komik bile geliyor. Bunun için mi kaygılanmışım diyorsun mesela, buna mı üzülmüşüm… Boşuna üzmeyin kendinizi, hallolur bir şekilde. O anda hallolmasa bile ‘her şeyin bir nedeni ve çözümü vardır’ diye bakmak iyi gelir bana. Herkes kendine iyi gelecek cümleler bulsun. Bazen lazım oluyor.
İlk olarak kuaför, berber, Avm ve güzellik merkezleri açıldı. Kuaför ve berberler tamam da Avm ve güzellik merkezleri hangi sebeple açıldı diye hala soruyorum kendi kendime. Koronaya yakalandım ama ‘en güzel benim’ diye fotoğraf mı koyacaksınız Instagram’a? Avm’lerin önünde kuyruk oluşturan arkadaşlar! Yahu siz ne yapıyorsunuz orada? Hangi acil ihtiyaç için bu riskli günlerde Avm’ye geldiniz acaba? Telefon kılıfı mı, blüz mü yoksa yazlık ayakkabı mı bitti evde?
Hafta sonları birçok ilimizde sokağa çıkma kısıtlaması devam ediyor fakat nedense kısıtlama bittiği ilk dakikalarda insanlar birden sokağa çıkıyor. Gece gece kim, nereye yetişiyor, ne alıyor merak ediyorum. Sabah git, yarın al ne alacaksan, çok mu acelesi var acaba? Azıcık sabret! Yok, illa gece yarısı çıkılacak dışarı. Yasak bitti ya, özgürüz artık! Virüs gece uyuyor çünkü.
Bu arada düğün salonları ne zaman açılacak diye bekleyenler var. Aylar öncesinden planlar yapılmıştı, salonlar kiralandı, orkestra ayarlandı, mutlu mesut halay çekilecekti ama virüs çıktı. Valla ben olsam düğün salonları açılsa bile düğünü ertelerdim. Nikâh yapılır ama eğlence sonra, daha uygun bir zamanda. Mantığım bunu söylüyor. Göbek atmayıverin bu ara.
Bir merak edilen konu da futbol ligleri… Futbol olmadan hayat devam edemez zaten, hayati bir mesele! Bir yandan futbol camiasında koronaya yakalanan isimleri duyuyoruz bir yandan da ‘maçlar şu tarihte oynanmaya başlanacak’ diyen haberleri. Arkadaşım! Akıl var mantık var, sosyal mesafe korunarak futbol nasıl oynanabilir ki? Biri bana bunu açıklasın lütfen.
Peki, yaz tatilini nasıl yapacağız? Kimisi çadır aldı bu dönemde kimi de karavan. Oteller ise riski en aza indirmek adına önlemleri arttırdı. Başkalarını bilmem ama benim eskiden beri risk almayı pek sevmeyen bir yapım vardır, yani bu yaz otele motele gitmem. Gerekirse tüm yaz evde otururum. Yeter ki sağlıklı olayım.
Bu dönemde öğrencilerin işi de zor. Özellikle lise ve üniversite sınavına girecek olanlar… Herkese sağlık, şans ve kolaylık diliyorum. O kadar insanın küçücük bir sınıfta toplanıp birkaç saat aynı havayı soluduğunu hayal edemiyorum. Hadi sınav mevzusunu bir kenara koyalım ama okulların Haziran’da açılacak mı tartışmalarını çok gereksiz buluyorum. Zaten Haziran ortası okullar yaz tatiline giriyor, açılsa ne olacak? Ben olsam devamsızlığımı kullanıp gitmezdim okula. Bunu okulu çok seven biri olarak söylüyorum.
Öğrencilik güzel, eğitim almak şahane ama ya sonrası? İşsizlik, ülkemizde zaten ciddi bir sorundu, korona döneminde daha da sıkıntılı. Dünyada milyonlarca insan işsiz kaldı. Bu dönem pek çok kişi internette CV’sini paylaşıp iş bulmaya çalışıyor. Bazılarına iş teklifi geliyor ama büyük şehirlerdeki şirketlerden. Herkes İstanbul’da yaşamıyor be kardeşim, anlayın artık bunu. Ya uzaktan çalışılabilecek imkânları arttırın ya da diğer şehirlere yatırım yapın ki insanlar her yerde iş bulabilsin. İmkânları mümkün olduğunca homojen dağıtın, üretimi arttırın, istihdam sağlayın. Bir şeyler yapın artık! Gençlere sahip çıkın.
Diyelim ki başka bir şehirde iş buldunuz, tamam, çok güzel. Peki, nasıl gideceksiniz? Birçok şehirde sınırlar kapalı, açık olanlar var ama otobüslerin bilet fiyatları neredeyse uçak bileti fiyatına satılıyormuş. Zar zor iş bulmuşsun, gitsen bir dert, gitmesen ayrı dert.
23 Nisan ve 26 Nisan arasında dört günlük sokağa çıkma yasağı ilan edileceği önceden duyurulmuştu ve bu yüzden herkeste bir telaş vardı. Yiyecek, su, peçete gibi ihtiyaçlarımızı gündüzden aldık, akşam da biri balkona diğeri de pencereye olmak üzere kocaman iki bayrak astık. Kırmızı ve beyaz renkte balonları şişirdik, onları da iple bağladık pencereye. Bir de elde sallanan o küçük bayrakları astık. Evet, her şeyimizle 23 Nisan’a ve sokağa çıkma yasağına hazırdık.
Sabah ‘23 Nisan kutlu olsun. Sevinin küçükler, övünün büyükler. 23 Nisan kutlu olsun’ şarkısıyla uyanacağımı tahmin etmemiştim. Böyle tatlı bir uyanış var mı? Sokaktan geliyordu bu ses. Hemen pencereyi açtım, biraz dinledim ve tabi ki bu anı ölümsüzleştirmek adına telefonumla video çektim. Evet, Instagram’da story’e koydum. Nereden bildiniz? Valla sosyal medya kurdu değilimdir, ilk defa bir şey paylaştım story’de, o da 23 Nisan’a denk geldi. Neyse… Ne diyordum?
Bayramı bu sene bir başka kutladı Türkiye. Daha bir özeldi sanki. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının yüzüncü yılıydı. Tam yüz yıl önce bugünlerin temeli atılıyordu. Diğer bir deyişle tarih yazılıyordu.
Hepimizin de bildiği gibi dünya çocuklarına bayram hediye eden ilk ve tek lider Mustafa Kemal Atatürk. Ne şanslıyız ki dünyada eşi benzeri olmayan böyle bir kurucumuz ve bayramımız var.
Madem konu açıldı, sizinle benim için çok özel ama gerçekleşmesi mümkün olmayacak bir hayalimi paylaşmak istiyorum. Eğer bir zaman makinesi olsaydı ve geçmişe gidebilseydim, yapacağım ilk şey Atatürk ile sohbet etmek olurdu. Nutuk adlı kitabı okuduğumda sohbet etmiş gibi olmuştum aslında. Bir de Anıtkabir’e gittiğim zamanlar… Neyse… Gözlerim dolmadan devam edeyim yazmaya.
Bugün öğle saatlerinde, alt katta oturan ablayla görüntülü konuştuk. Evet, yanlış okumadınız, alt katta oturan ablayla görüntülü konuştuk. Olamaz mı? Ne yapalım? Normal şartlarda olsaydık bir kahve içerdik ama dışarı çıkamıyoruz, komşuya da gidemiyoruz. Artık bir süre böyle.
Şaka maka bayram da yaklaşıyor. El öpmeler, bayramlaşmalar nasıl olacak merak ediyorum. Aklımda birkaç alternatif bayramlaşma şekli var aslında. Biri Instagram’da canlı yayın yapıp kahveleri yudumlamak, diğeri de Watsapp’tan tanıdıklarımızla görüntülü konuşup kokulu öpücükler göndermek. Herkes kendi kolonyasını kendi dökecek artık, bakacak başının çaresine. O değil de çocuklar bu bayram harçlık toplayamayacak gibi görünüyor, ziyarete gidilmezse. 23 Nisan’da bunu söylemeseydim iyiydi! Tamam, üzülmeyin, bir sonraki bayrama toplarsınız artık ne diyeyim şimdi?
Bugünün anlam ve önemi bitmiyor sevgili okuyucular. Bildiğiniz üzere Ramazan ayı başlıyor ve ilk kez sahur yapılacak bu gece. Hayırlısı olsun, dünyaya güzellikler gelsin diyerek bir başka mevzuya geçmek istiyorum.
Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye de bir takım önlemler alıyor ama ne kadar yeterli oluyor? Zaman gösterecek.
Okullara geçici süre ile ara verilip uzaktan eğitime geçildi, birçok iş yeri kapatıldı, şehirlerarası seyahat yasağı geldi ve dış ülkelerle sınırlar kapandı fakat bunun sonucunda pek çok kişi işsiz kaldı. Üstelik çoğu düşük ücretle çalışan, geçimini zar zor sağlayan insanlardı. Zaten yıllardır işsizlik sorunu olan Türkiye’nin geçim derdi daha da arttı. Yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada milyonlarca insanın işsiz kalacağı söyleniyor, belki de kaldı bile.
Bazı ülkeler ilk başta virüsü çok ciddiye almadı, bazısı sokağa çıkma yasağı ilan edip ücretli izin verdi, bazıları da aşıyı ve ilacı bulmanın peşine düştü. Ülkemizde ise bunların hepsinden biraz oldu. Ayrıca geçenlerde bir ekonomik paket açıklandı, birkaç gün sonra da hükümetin başlattığı bir bağış kampanyası duyuruldu. Halk devletten bir çözüm beklerken hükümet de halktan yardım istedi. Bunu yapan başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. Ama halkın çok büyük bir kısmı değil bağış yapmak, ay sonunu zor getiriyor.
Yıllardır bu topraklarda hep birlikte ne sorunlar yaşıyoruz, nelere göğüs geriyoruz. Depremde, savaşta, salgında, en zor zamanlarda birlik olmayı başarıyoruz. Şimdi de öyle. Kimi ev sahibi birkaç ay kira almıyor, kimi pek çok ailenin gıda masraflarını karşılıyor, kimi de kurallara harfiyen uyup günlerdir evden çıkmıyor. Çalışanına ücretli izin veren bazı şirketler, sağlıkçılara konaklama imkânı sağlayan oteller, tüm teknik alt yapısını sağlık ihtiyaçları için kullananlar... Herkes elinden geldiğince bir şeyler yapıyor. Belki de yıllardır bizi ayakta tutan en önemli şey bu, birlik ve beraberliğimiz.
Biz birlik oluruz da neden hala sokağa çıkma yasağı ilan edilmiyor merak içindeyim. İnsanlar işe gitmek zorunda. Yani bir yandan ‘evde kalın’ deniyor, bir yandan işe gidin. Ne yapalım? Bir karar verin!
Doğru kararların verildiği bir ülkede olduğumu hayal edip alınan başka enteresan kararları paylaşmak istiyorum. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Belediyesi ve Ankara Belediyesi bir dayanışma kampanyası başlattı, ihtiyaç sahibi insanları desteklemek için. Ama bu bağış yapılan banka hesaplarının içişleri bakanlığı tarafından bloke edildiğini öğrendik. Diyecek bir şey bulamıyorum. Yahu ‘yardımı o yapsın, bu yapmasın’ mı yani şimdi bizim derdimiz? Bu süreci nasıl daha iyi atlatırız, daha neler yapabiliriz onu düşünelim.
Mesela ilk olarak, herkese veya en azından en çok vakanın görüldüğü il olan İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilip ücretli izin verilebilir. Coronavirüs hastaları ise mümkünse diğer hastalardan farklı bir hastanede tedavi edilmesi gerekir, başka hastaların zarar görmemesi için. Bakınız, pek çok ülkede sahra hastaneleri kuruluyor. Burada da çok geç olmadan harekete geçilmeli.
Gelelim sağlık tablomuza. Ne yazık ki Coronavirüs’e yakalanan ve ölen kişi sayısı her geçen gün artıyor. Ama iyi haber şu: test sayımız da artıyor. Vakaları bir an önce tespit etmek zorundayız. Kaybedecek bir dakika bile yok. En önemlisi de sağlık çalışanlarının maddi manevi bütün ihtiyaçlarını karşılamak, öncelikle onları korumak zorundayız. Bütün dünyanın yükü onların omuzlarında.
Çözüm elbette ki bilim de. Aşı ve ilaç geliştirme çalışmaları sürüyor fakat o güne kadar bu süreci en az zararla atlatabilmek için zaman kazanmak gerekiyor. ‘Dışarı çıkmayın, kişisel ve çevre temizliğinize dikkat edin denmesinin’ nedeni de bu. Virüsün yayılmasını mümkün olduğunca engellemek.
Henüz birkaç aydır bu virüsle savaşıyoruz ama hayatımızda o kadar büyük değişiklikler oldu ki inanılmaz!
Birçok ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Milyonlarca insan evde oturuyor, hastalığa yakalanmamaya ve başkasına bulaştırmamaya çalışıyor.
Okullar ve üniversiteler uzaktan eğitim yapıyor, şirketler evden çalışmayı teşvik ediyor, mekânlar her gün titizlikle temizleniyor, ülkeler birbirine seyahati durduruyor, sağlıkçılar belki de yüzyılın en zor sınavını veriyor.
Yalnızca sağlıkta, ekonomide değil dünya düzeninde de bir takım değişiklikler olacak. Bazı şeyler yeniden sorgulanacak ve alternatif yöntemler geliştirilecek.
Evde uzun uzun oturmaktan mıdır bilmiyorum ama aklımda deli sorular oluşmaya başladı. Madem şirketler uzaktan da çalışabiliyordu, peki neden insanlar ofis kirası verdi, her gün saatlerce trafik çekti ve çok katlı, çirkin beton yığınlarında oturup bir de üstüne para ödedi? Bir şehirde on beş milyon insanın yaşamasına çok da gerek yokmuş demek ki.
Benim gibi uzun süredir evde oturan insanlar öyle tahmin ediyorum ki sürekli haberleri takip ediyor, kitap okuma, film izleme gibi aktivitelerden de sıkılıp sık sık yemek yiyor, temizlik yapıyor, uzaktan da olsa tanıdıklarıyla görüşüyor. Bütün bunları yaparken ‘Aa bizim üst katta insanlar varmış, salondaki halının desenleri çok tuhafmış, sabahtan beri sokaktan şu kadar kişi geçti’ gibi daha önce hiç düşünmediğimiz ayrıntılara odaklanmamız da bence gayet normal. Hayır, delirmedik. Sadece beynimiz oyalanmaya çalışıyor. Can sıkıntısı işte. Apartmanda değil de bahçeli bir evde oturuyor olsaydık, sanırım bu can sıkıntısı biraz daha az olurdu. Bakın, buraya yazıyorum, ileride insanlar lüks rezidansta oturup çok para kazanmak yerine ‘azıcık aşım kaygısız başım’ diyerek küçük de olsa bahçeli, müstakil evleri tercih edecek. Demedi demeyin.
İnsanların evlerine çekilmesi, iş yerlerinin kapatılması, ulaşım araçlarının kullanımının azalması gibi hayatı yavaşlatma çalışmalarıyla birlikte hava kirliliği azalıyor, denizler temizleniyor, doğa sanki dengesini buluyor. Yıllardır küresel ısınma, çevre kirliliği, doğal kaynaklar tükeniyor diye bas bas bağırıyordu bazı insanlar ama ses yoktu. Neden? Para daha değerliydi. İlla insanları öldüren bir virüs mü gerekliydi?
Durum gittikçe ciddileşiyor, insanlara hızla bulaşıyor ve pek çok kişi maalesef hayatını kaybediyor. Özellikle yaşlılar, vücut direnci düşük bünyeler ve kronik hastalığı olanlar risk altında olduğu söyleniyor.
Dünyanın içinde bulunduğu bu eşi benzerine az rastlanır ve oldukça zor sürecin anlattığı bazı şeyler olduğunu düşünüyorum.
Bizler evrenin hâkimi değil minicik bir parçasıyız ve doğayla uyum içinde yaşamak zorundayız. Kendi bencilliğimiz ve hırsımız uğruna doğaya zarar vermeyelim artık. Yoksa yine biz zarar görüyoruz.
Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan küçük bir şey tüm dünyayı etkileyebilir. Bu yüzden bütün herkes tek bir vücut gibi hareket etmelidir.
Çok para kazanmak adına yapılan kocaman binaların, çabuk tüketilen sağlıksız yiyeceklerin, trafikte geçirilen saatlerin, doğadan uzak yaşadığımız hayatların ve çok kalabalık olan şehirlerin yarardan çok zarar getirdiği fark edilmeli. Belki de pek çok kişi köyüne dönmeli veya yeni bir dünya düzeni oluşturulup köy yaşantısı artmalı.
Elleri sık sık su ve sabun ile yıkamak, ortamı havalandırmak, kişisel ve çevre temizliğine önem vermek, iyi uyumak, vücudun ihtiyacı olan besinleri almak, çok kalabalık ortamlar yaratmamak, bulaşıcı hastalığı olanların sağlıklı insanlarla arasındaki mesafeyi korumak gibi pek çok şeyin ‘modern’ hayatlarımızda göz ardı ettiğimiz şeyler olduğu görülmeli.
Deprem, savaş, salgın gibi dönemlerde veya herhangi bir zamanda en kıymetini bilmemiz gereken kişiler onlar: bilim insanları ve sağlık çalışanları. Benim annem de bir sağlıkçı olduğu için çok iyi biliyorum hayattaki en zor mesleklerden biri olduğunu. Ne kadar teşekkür etsen, ne kadar ücret ödesen hakları ödenmez. Yaptıkları bir meslek değil sadece, aynı zamanda çok büyük bir fedakârlık. Bu süreçte de öncelikle onların sağlığına dikkat etmek gerekir. Zira sağlıkçılar ve bilim insanları olmazsa düşünün halimiz ne olur?
Bu dönemde pek çok kişi evlerine kapanmış durumda, dışarı çok az çıkılıyor, yalnız vakit geçiriliyor, birbirine sarılmak ve öpmek azaldı, sevdiklerinden uzak yaşamak zorunda olanlar arttı. Şu birkaç haftalık süreçte bile o kadar iyi anladım ki rahatça ve sağlıklı bir şekilde nefes almanın, özgürce gezebilmenin, sevdiğimiz insanlara sarılabilmenin ne kadar büyük ve güzel bir nimet olduğunu.