Sabah’ın İkitelli’deki eski binası Medya Plaza’da -álemde aşk ve futbol gurusu (!) olarak anılan ve bu tanımlamayı yaptığım için muhtemelen ilk karşılaşmamızda falakaya yatıracak olan- pek haşmetli bir arkadaşımızla, dergileri birbirinden ayıran paravanlardan birinin üzerine yerleştirdiğimiz çöp kutusunu pota yapmış, küçük bir topla basket oynuyorduk.
O kadar primitif bir durumda ne kadar oynanırsa, ona basketbol oynamak denebilirse işte... Mavra yapıyorduk...
Ben yine de nasıl kaybetmişsem kendimi artık, bir an için durdu ve hayatında ilk kez görüyormuş gibi suratıma baktı.
‘Bak sen şu işe... Demek sen de bile hırs denen şeyden varmış’ dedi.
Kendileri, o dönemlerde, potansiyelimi taammüden kullanmadığıma dair sık sık diskur çekmeyi vazife edinmişti.
Boş konuşmuyordu ama yine de söyledikleri, nasıl desem, bana gaz vermek yolundaki iyi niyetli gayreti, nafileydi.
Zira doğrudur... Benim bünyede hırs denilen naneden pek yoktur.
Hem üşenirim hem de tenezzül etmem pek çok şeye.
Bilemiyorum, siz isterseniz bu yaklaşıma kibir deyin. Ben tevekkül addederim.
Yalanım yok; böyle...
Fakat, işte, basketbol dediniz mi akan sular durur. Daha doğrusu, dingin sular kudurur.
O her şeyin, eğer hak ediyorsa, nasılsa ayağına geleceğine inanan ve ihtirastan sakınan hımbıl ben gider, yerine Tazmanya Canavarı gelir.
Basketbol oynarken normalde yapmayacağım pek çok şeyi yaparım: Rakip takımda kardeşim olsa tanımam. Hatalı top sürdüysem ve hakem düdük çaldıysa, haklı olduğunu bildiğim hálde çamura yatarım.
Bazı bazı kendimi kaybedip kasti faul bile yaparım...
Süreyya Ayhan hepimize haksızlık etti değil mi? Milli davamıza ihanet etti değil mi?
Vatan haini ilan edilmesi, linçten geçirilmesi caiz, hatta katli vaciptir, değil mi?
Süreyya Ayhan, doping yaptıysa, hele ki Olimpiyatlar’da yarışacakken, çok yazık etmiş.
Sporun ruhuna, asaletine, en çok da kendine...
Yine de: Süreyya Ayhan, bugüne kadar elde ettiği, şimdi bir kalemde hiçe sayamayacağımız başarılarına, ‘rağmen’ ulaştı.
Size, bize, hepimize rağmen...
Sporda hile hurdanın meşru addedilebilecek hiçbir tarafı yok, biliyorum. Fakat Süreyya Ayhan’a bakınca, kışkırtılıp sıkıştığı köşedeki yalnızlığını, incinmişliğini de görebiliyorum.
Vaktiyle BBC’de Ben Johnson ile ilgili bir belgesel izlemiştim.
Seul Olimpiyatları’nda 100 metrede, 9.79’luk, ‘imkánsız’ rekoru kırdığında Kanada’da kopan fırtınayı, sonra dopingli olduğu ortaya çıkınca, Johnson’ın madalya ve haysiyetiyle birlikte ülkesini de kaybettiğini anlatıyordu.
Vatandaşlıktan çıkarılmamıştı belki ama insanlar suratına tükürdüğü için o gün itibarıyla sokaklar ona haram olmuştu. Artık ebediyen koyu bir yalnızlığa mahkûmdu...
Seoul’de aynı takımda yarıştığı arkadaşlarından biri, bunu çok saçma bulduğunu anlatıyordu: ‘Onu vatan haini ilan ettiler. Hep aynı şeyi soruyorlardı: ‘Bunu bize nasıl yaparsın?’ Bu insanlar ne zannediyor? Atletler, ne tribünler için, ne üzerlerindeki forma için yarışırlar. Bir koşucu, kendine rağmen kazanmak için koşar. Bize bunu nasıl yaparsınmış! Ben, ne yaptıysa kendisi için, kendisine rağmen, kendisine yaptı.’
Asparagas
Aşkolsun
Telekulak Çetesi’nin magazin medyasına geçtiği telefon deşifrasyonuna göre, Hülya Avşar, Mehmet Ali Erbil’e telefon açtı ve niçin, daha iyi bir saldırı performansı sergilemediği konusunda hesap sordu. Mehmet Ali Erbil, bunun üzerine burulduysa da altta kalmayarak, Hülya Avşar’a beter sitem etti: ‘Ben neler yaptım, neler, neler yaptım... Çarkıfelek’e konuk gelip programı terk eden ılgın tabiatlı bir şarkıcıya sinkaflı küfrettim. Son’acığıma, son karımın annesiyle mahkemelikler oldum. Bir programına davet etmedin. Ağzını açıp tek kelime söylemedin. Üstelik, kaynana davasının ekonomik boyutu da vardı, sen ki bu ülkenin en başarılı ekonomistisin, şov programına davet ettin mi, etmedin... Ben sitem ettim mi o zaman? Şimdi neyin hesabını soruyorsun?’