Bir şizofrenidir gidiyor. ‘‘İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, yolsuzluk davalarından kendisini mahkûm etmeye çalışan Kızıl Ilda lákáplı Milano savcısı Marilda Boccasini için şarkı besteliyor’’muş... Buyrun buradan yakın: Muş mudur, yokuş mudur?
Kendilerinin kamberi bol bir düğün töreninde cümleten tanıdığımız bir Başbakan'ın oğlunun nikáhına şehadet etmişliği de bulunuyor geçen hafta málûmunuz... Böyledir tabii bu işler... Gözünün yağını yediğimin Asya, Avrupa, Amerika, Afrika, Avustralya, Kutuplar Birlikleri, hatta Ay Kolonileri; ve hay canına yandığımın globalizmi...
Tabii tabii... Ben de derim ki İbrahim Tatlıses'i başbakan yapalım. Bakınız ne güzel şarkılar yazıyor ‘‘Tabii Tabii’’ diye... ‘‘Ateşim çıktı, indirelim mi?’’ Oldu... Tabii.. Tabii... Pişkin kadayıf gibi: Şarkının Asena'ya yazıldığının her satırda ve satırarasında belli olmasının yanı sıra, ‘‘Tek Tek’’ ağlak yaparak, aynı zamanda Bodrum'da Aso isimli gece kulüpleri açılıyor. Asena orada sahneye çıkıyor. Tatlıses, İsrail'de beher bilet 300 dolardan konser veriyor. Bu süreçte elbette ki Asena ve İbrahim Tatlıses yine barıştılar. Asena ve İbrahim Tatlıses'in artık ettikleri kavgaların değil, kavga etme ihtimallerinin haberi yapılıyor. Kafa göz vura yara, karı kız tokaklaya yumruklaya, al gülüm ver gülüm ilişkiler yürüyor. Haremin sahibinin ayrıca diğer karılarıyla da sulh olduğu, herhálde cümlemizce biliniyor. Aşil topuğundaki kurşun çıkarılır çıkarılmaz ayağa dikilip erinin ayaklarını yıkamaya koşan Derya Tuna misál... Vallahi öyle... Böyleyken böyle...
Enteresan bir haftaydı, öyle deği mi? Dünya Felsefe Kongresi'nin Türkiye'ye gelmesi için didinip duran ve sonunda hepimize rağmen bunu başaran Ioanna Kuçuradi'nin ağzının payını nasıl verdi hayat ve memleket? Utanç... Çinli felsefeci Wei Xinoping, Taksim'de içinde fotoğraf makinesi ve üç bin dolar bulunan çantasını kapkaççılara kaptırdı. Bazı felsefecilerin de telefonları gasp edildi. İnsan artık şaşırmamaktan utanıyor. Felsefenin sorusudur: ‘‘Niçin?’’ Eh, bizim literatürde ‘‘Felsefe yapma’’ cümlesinin kakofoniyi şeytan misáli kovan bir tabir olarak kullanılmasına bakılırsa, bu topraklar öyle sorulardan morulardan pek hazzetmiyor. Bezecek değiliz herhálde? Belki de bilimsel bir soruyla yaklaşmak gereklidir beraberinde: ‘‘Nasıl?’’
Tepesine iki adet atom bombası yemiş Japonya, ABD ile ittifak kurup Irak operasyonuna destek vermişti hani... Enteresan değil mi?
Kusura kalmayın, ben bu dönemler biraz öfkeliyim. Al takke ver küláhlardan hafif daralmış durumdayım. İnsan garip bir mahlûkat, kendi canı yandığı zamanlarda, başkalarını da acıtmak istiyor. Üstelik insan familyasının bir de gerzek türüne mensupsa, yabancılara karşı sahtekár bir nezaket sergilerken, acısını da en yakınlarından çıkarıyor.
Bülent Ortaçgil'in Gece Yalanları'ndan, Eminem ve 50 CENT'in öfkesinden, Aretha Franklin, Janis Joplin ve Edith Piaf'ın gırtlaklarından, Vissotsky'den, Burhan Öçal'dan, Mercedes Sosa'dan ve hatta Ahmet Kaya'nın müziğinden medet umuyorum. Bir de tabii ki birkaç Türk şairinden... Vakt-i zamanında ‘‘Müzik ve spor olmasa ölürmüşüz’’ diye düşünürdüm. Şimdilerde biliyorsunuz ‘‘gansta' rap’’ti, derbilerdi, ‘‘eski husumetler’’di derken, müzik ve spor yüzünden de insan ölebiliyor. İfade özgürlüğünü, düşünce suçlarını hiç sormayın. Büyük birader ve etrafındaki birkaç çapaçul silah taciri müsaade ettiği sürece her şeyi düşünme ve söyleme hakkınız bulunuyor.
Yolu geçenler ve ikamet edenler biliyor, İstanbul şantiye alanına dönmüş durumda. Ödediğimiz vergiler bize yol, yol, yol, su ve elektrik olarak geri dönüyor. Ve fakat ne hikmetse, misál Fındıklı civarındaki çalışmalar, yıllardır son bulmuyor. Herhálde arzın merkezine ya da gezegenin çekirdeğine ulaşılmaya çalışılıyor. Aferin demek isteriz... Ve yineleriz: Bravo, brava, bravissima...
Mesleki deformasyondan mustarip bir şekilde sabah gözümü açar açmaz TV'yi de açıp biraz zapladım. cnbc-e'de Çetin Altan konuşuyordu. Sunucu, ‘‘Peki siz hiç enseyi kararttınız mı?’’ diye sordu. ‘‘Ben’’ dedi Altan; ‘‘304 ağır ceza davası ve yedi linç girişimi atlatmışım. Siz ne diyorsunuz?’’ Öyle yani, enseyi karartmayacakmışız, hepsi bir gün geçiyor. Behçet Necatigil'in demiş olduğu gibi: ‘‘Nedir yani beyim, çok mu çirkinim? / Yalnızlık yıkar / Yıka dünyanın kirlerinden ellerini / Belki çıkar (...)’’ Öyle diyor büyük şair: ‘‘Geçer, geçer, geçer...’’ Geçmiyor.
Hakikaten, globalizm ne hoş şey değil mi? Dünyanın bütün kurnazları birleşiyor...
İmaj Paket Programı
‘‘Söyleyecek şey bulamıyorum. Şoke oldum.’’ Öyle dedi Ebru Destan, Özcan Deniz şu, bu, o ile verdiği konserlerinden birinde sahneden inip kendisini alnından öptüğünde... Zira málûmunuz, Deniz, ABD'ye birlikte gittiği Ebru Destan'ı paketleyip, gerisin geriye memlekete yollamıştı. Kendisi döner dönmez de; ‘‘Eski bir ilişkiyi canlandıracak enerjim yok’’ şeklinde beyanatlar verip, ilişkilerinin sürdüğünü iddia eden Destan'ı yalanlamıştı. Deniz, yine aynı konserde, ‘‘Aşk kelimelerle ifade edilince çok anlamlı olmuyor. Bunu melodik bir şekilde ifade etmek de var’’ meálinden zannımızca hafif yavan geven bir tonda da konuştu. Bu arada Deniz'in hakkında çıkarılan, eşcinsel olduğuna dair dedikodular ve saire... Daha ne? Ebru Destan tüm bu süreçte bir yandan ‘‘şoke’’ oluyor, bir yandan bir koşu gidip Özcan Deniz'in annesini öpüyor, kadının yanında fotoğrafçılara poz falan veriyor. Bunun Türkçe meáli şudur biliyorsunuz: ‘‘İmaj Paket Programı.’’ Yani: Biz senaryomuzu oynadık. Hadi şimdi siz de bizim konserlere gelin, albümleri alın ki bize de iki kuruşluk nema çıksın... Hanımefendiyi görmek isteyenler de defilelere, tanıtımlara, vitrinlere...
Dönüşü muhteşemlerden Şükür
Sporun asaleti midir, hayatın adaleti midir bilemem ama top hakikaten yuvarlak ve intikam soğuk yenen bir yemek, orası muhakkak. Dalga geçercesine ‘‘Şaban’’ lákábı takılmış olan Hakan Şükür, buyrun işte, GS'de üçüncü baharını yaşıyor.
Hani málûmu ilán gibi olacak ama ne yaparsınız ki mutluluk dediğiniz de böyle bir şey: Sevinç anlarının hatırlanmasından ve bünyeyi telkin edercesine tekrar tekrar anılmasından ibaret bir mefhum şeklinde algılanıyor... Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında GS, Bulgarların CSK Sofya takımını 3-0 yendi. İkinci golü atan Hakan Şükür, bildiğiniz üzre, başlarda Diyarbakır Spor karşısında 1-0 yenik olan, daha sonra maçı 2-0 alan Galatasaray'ın iki golünü de kaydederek, lige de gayet şık bir voleyle girdi. Bir GS taraftarı olarak gururla sırıtmayı da ihmal etmeyerek hatırlatmak isterim: Ayıptır söylemesi, GS bu yıl nasipse, dokuzuncu kez Şampiyonlar Ligi'ne katılacak.
Bu arada Dünya Kupası'nın anıları da tazedir yani... Milli formayla Dünya Kupası tarihine geçmek de 9. saniyede attığı gol sayesinde turnuva boyunca yerden yere vurulan Şükür'e nasip olmuştu.
Ayrıca kendileri, Türkiye lig tarihinde, Tanju Çolak ve rahmetli Metin Oktay'ın ardından en çok gol kaydeden üçüncü isim olarak yer alıyor. (Bu arada, Tanju Çolak'ın Metin Oktay'ın rekorunu nasıl beleşçi ve miskin bir golle kırdığını hatırlayanlar, herhálde rekorun asli sahibinin Oktay olduğunu teslim edecektir.) Yine ayıptır söylemesi, bu üç isim de GS'den gelmiş ve geçmiş bulunuyor. Sadece gol atmakla kalmayıp, rakip takımların defansını da dağıtan Hakan Şükür bunu, İtalyan liginde şöyle bir dolandıktan sonra üçüncü kez yapmaktadır... Enteresan bir devir daim hüküm sürmektedir. Ve kim ne derse desin, Hakan Şükür, GS'ye, çok şükür ki, yakışmaktadır...
Kara geceler
Fred Astaire için sık kullanılan bir tabirdir hani. Dansta sergilediği deha ve becerisinin en önemli tarafının ‘‘herkes yapabilir’’ hissi uyandırması olduğu söylenir. Yani step dansın şahikasında sek sek sekerken, öyle zarif, öyle melodik bir şekilde süzülür ki, neredeyse ‘‘basitmiş gibi’’ bir intiba uyandırır. Denemeye kalkan olursa vay háline... Daha geçenlerde bir kez daha seyretmiş bulundum Cotton Club'ı. Geçen hafta álemden göçen müteveffa Gregory Hines orada öyle bir karakter çizer ki; ‘‘Bizimki de aşk mıdır, dans mıdır, kardeşlik midir be?’’ diye sorar, pes edersiniz. Hines, gettolarda birlikte step dansı ede ede büyüdüğü Maurice ile o filmde bir döktürür, iki döktürür, üç döktürür... Zaten dans kariyerine de yine onunla kurduğu ikiliyle, düetler yaparak başlamıştır. Ve olağandışı yeteneği sayesinde yükseldiği yıllar boyunca, gerek düet, gerek solo, hep yapması sanki çok kolaymış gibi görünen zor figürler attırmıştır. Hines, Beyaz Geceler filminde de, zannımızca álemin gelmiş geçmiş en iyi baletlerinden ve yeme de yanında yat lezzetinde bir adam gibi adam olan Barysnikov ile kapışabilecek derecede karizmatiktir; filmde Isabella Rossalini ile evlidir. Yanisi: Esas kızın da sahibidir... Gregory Hines, geçtiğimiz cumartesi, 57 yaşında, kanser sebebiyle öldü. Şimdi yukarılardan bir yerden duyuluyor adımları: Tıkır tıkır tıkır...