Kimileri sevmez ama şahsen yazları sinemaya gitmekten çok daha fazla haz duyuyorum. Birincisi dışarıda alev eserken, içeride klima üflüyor.İkincisi, yıl boyunca kaçırmış olduğunuz ve beğeni süzgecinden geçip ‘en iyiler’ olarak belirlenmiş filmler, gün be gün değişerek, üstelik de bilet fiyatları daha ucuz olduğu hálde vizyona giriyor. İnsan başka ne ister?..Geçtiğimiz hafta bu sayede John Dullaghan’ın çektiği harikuláde dökümanter ‘Bukowski: Born into This’i izleme fırsatını yakaladık.Sinemada Ece’yle (Temelkuran) karşılaştık. Antraktta laflarken, ikimiz de mevzuya aynı yerden daldık: ‘Meselá Can Yücel’e de böyle bir şey yakışmaz mıydı?’Çok yazık, tren kaçtı şeklinde düşünmüştük başta ama niye kaçmış olsun ki bir yandan da?..John Dullaghan, bırakın şahsını, Bukowski’nin edebiyatıyla bile yazar öldükten sonra, 1994’te tanışmış. O sıralar Apple bilgisayarları için metin yazdığı bir reklam şirketinde çalışıyormuş: ‘Ürün ‘sezgisi güçlü, kolay ve tüketici dostu’ydu ama reklam şirketi ve müşteri için aynı şeyi söyleyemem. Haftada 60 saat çalıştığım beş uzun yıl sağolsun, bir gün göğsümdeki yoğun sancılardan dolayı acile yollandım. Bukowski’nin Amerikan Posta Servisi’nde çalıştığı 14 yılı anlattığı Post Office’i o dönemde okudum. Orada çektiği çileleri anlatırken, benim ofisimi, benim hayatımı da anlatıyordu. Kapıldım gittim.’Bunun üzerine Dullaghan, Bukowski’nin kitaplarını toplamaya başlamış. Ardından Bukowski’yi tanıyan insanlarla tanışmış. Esasında aklında bir biyografi yazmak varmış ama son eşi Linda Bukowski ona neden bir dokümanter hazırlamadığını sorunca beyninde bir ampul yanmış. Ve sıfır bilgi ve tecrübeyle yola çıkıp, beş yılda müthiş bir yol almış. Üniversite kütüphanelerinde dirsek çürütmüş, Linda’yla birlikte arşivleri talan etmiş, Bukowski’yi tanıyan insanları bulması için bir özel dedektif tutmuş ve beş yılda Barfly’ın yönetmeni Barbet Schroeder’den eski sevgililerine, Bono’dan arkadaşı Sean Penn’e, 150 ayrı kişiyle röportaj yapmış.Sonuçta da ortaya o festival senin bu festival benim dolanan şahane bir iş çıkmış.Haset etmez misiniz? Türkiye’de bunca parlak profil varken, Nebil Özgentürk, Can Dündar ve Soner Yalçın gibi birkaç ismi hariç tutacak olursak, bu ülkede belgesele neden yüz verilmez? Niçin Can Yücel, Lale Müldür ve daha niceleri, bu şekilde tarihe düşülmez diye düşünmez misiniz?..Allah’tan Salinger telefon kullanmıyorGeçtiğimiz hafta Fizyotek’te bacağı uzatmış afiyetle elektrik yerken bir yandan da kitap okumaya çalışıyorum. Bu kadar mı denk gelir?Dünya güzeli iki kız kardeş daldı içeri... Ufağı ikibuçuk yaşında, tavşankulakları altın sarısı bir bıcırık...Büyüğünün kumral saçları beline uzanıyor; bu sene üçüncü sınıfa geçmiş; olağanüstü bir dinginlikle ve belli bir mesafeyi koruyarak kardeşini izliyor.Ufaklığın oyuncak köpekten bir çantası var. Mekánda bulunan bir beyefendi, küçük hanımefendinin çantasına iltifat edecek:‘Ne şirin bir köpekmiş o. Adı var mı?’Sarışın bıcırık, düğme burnunun üzerine konmuş bir kelebeği andıran gözlüklerinin altından ters ters bakmasın mı!: ‘O bir kere köpek değil, maymun!’Yapacak bir şey yok. Köpeğin maymun olduğu konusunda anlaşılıyor. Fakat neden sonra ortalıkta ‘maymun’unu havlatarak dolaşmaya başlıyor.Abla, bunun üzerine yine olağanüstü sakin bir tavırla; ‘Maymunlar havlamaz. Senin maymun niye havlıyor?’ diye soruyor.Bıcırıktan yine aynı hakir gören, ters bakış: ‘Ne maymunu ya? Köpek o, köpek!’TAM SALINGER’LIK MANZARABu kadar mı denk gelir. Aklımdan ‘Tam Salinger’lık manzara’ diye geçiyor.Şaka gibi; önümde bu sahne, elimde Dream Catcher... J.D. Salinger’ın kızı Margaret A. Salinger’ın yazdığı bir hatıra kitabı...Esasta bir otobiyografi ama Margaret, ya da aile içindeki ismiyle Peggy’nin kitabı, daha çok babası J.D. Salinger’ı konu aldığı için biyografi de sayılır bir yandan...Salinger gibi bir münzevinin hayatını bu kadar içeriden bir kalemden okumak büyük lüks. Vaktiyle Franny ve Zooey’i hediye ettiğim bir dostumun, Avustralya’dan getirip ‘ağaca çıktığımız günlerin anısına’ hediye ettiği bir güzellik. Sanırım Fatih Özgüven’in bir yazısında okumuştum. ‘Çok sevdiğiniz bir kitabın yazarıyla tanışmayı istemek, kaz ciğerini çok seven birinin çiğnediği ciğerin sahibi kazla tanışmayı istemesi gibi bir şeydir.’Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın muhteşem kahramanı Holden Caulfield, iyi bir yazarı tanımlarken, kitabı bitirdikten sonra ona bir telefon açıp muhabbet koyacak derecede sıkı dostun olması isteğini uyandırmasını kıstas olarak alır.İKİ AYAKLI RUH ÖĞÜTÜCÜSÜGelin görün ki Salinger’ın kendisi, pek öyle sıkı dostunuz olmasını isteyeceğiniz türden bir adam değil. Zira adamımız iki ayaklı bir ruh öğütücüsü...Hayata bir anlam yüklemeye çalışırken, farklı dönemlerde farklı tarikatların peşine fanatikçe takılan ve birlikte olduğu kadınları da faşizan bir şekilde peşinden sürükleyen, egoistten öte, egomanyak bir adam...Birlikte olduğu tüm kadınların kişiliğini sıfırladığı için büyük depresyonlar yaşamalarına neden olan bir adam...Çocuklarına da destekten ziyade gani gani eleştiri bahşeden bir adam...Bundan yıllar önce, epey gençken Salinger’ın sevgilisi olmuş ve boyunun ölçüsünü fena hálde almış olan yazar Maynard da böyle bir portre çiziyordu. Salinger’ın yegáne romanı, ‘Catcher in the Rye / Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın açılış cümlesinden aldığı ilhamla ‘If You Really Wanna Know About It’ adını verdiği kitapta, Salinger’ın üzerinde yarattığı psikolojik terörün onu neredeyse ölümün eşiğine getirdiğini anlatıyordu.O sırada Yeni Yüzyıl’daki köşede üç gün üst üste kitabı tefrika etmiştim. Okuduğunu anlamaktan aciz bir ahmak da oturup Salinger’ın hayatının mahremiyetine saygı duymak gerektiğine dair yarım sayfalık hede hödö bir yazı döşenmişti.Abartmıyorum: İnternette okuduğu abuk bir cümleyi savını savunmak için kullanmıştı.Okurun biri; ‘Salinger’ın özel hayatına o kadar saygım var ki bir kitap daha yazacak olursa okumayacağım’ şeklinde bir şeyler yazmış. Bu da oturmuş; ‘Bak, böyle kadir kıymet bilen okurlar da var’ şeklinde geveliyor. Neyse işte...Dream Catcher’da da aynı adamla karşılaşıyoruz. Bugün 86 yaşında olan Salinger’ın, 20 küsur yaşındaki sevgilisinden çocuk sahibi olmaya çalıştığını öğreniyoruz meselá... Gerçi Peggy ve kardeşi Matthew’un anneleri, Salinger’ın ilk eşi Claire’le evli olduğu dönemde, Paramahansa Yogananda adlı gurunun peşine takılmış oldukları için evlilikleri boyunca hani neredeyse sadece o iki çocuğa sahip olmak için sevişmişler, cinsellik fena hálde tukakaymış; ayrı...Zen Budizmi’nden Vedanta Hinduizmi’ne, Kriya yogadan Hıristiyan Bilimi’ne, şimdilerde Scientology olarak bilinen Dianetics’e, makrobiyotiğe kadar bulaşmadık mezhep, tarikat, vs. bırakmamış Salinger.Dream Catcher, Salinger’ın hayatına ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda okurun ağzına, yazarın bugün yayınlanmasına izin vermediği eski hikáyelerinden de parmak parmak bal çalıyor.Meraklısı olan okura -maalesef İngilizce de zaruri- hararetle tavsiye edilir. İşin kötüsü şu ki insan kitabı okuduktan sonra, her şeye rağmen Salinger’a bir telefon açmak istiyor. Lezzet bu lezzet olunca insan, ciğeri sökülmüş bir kazla bile arkadaşlık edebilirmiş gibi geliyor. Allah’tan herif telefon kullanmıyor.7 Dream Catcher: A Memoir / Margaret A. Salinger / Scribner UK